Bolu’da Tarikat yurtları – evleri 2

Dün demiştim, sizlere geleceğinizi göstereceğim diye. Bu gün de tarikat yurtlarında anlatılan hikayelerle devam edelim isterseniz.

Her hikayenin olduğu gibi benim de bir giriş yapmam şart tabi... Bir an düşünelim. Dindar bir insansınız veya hiçbir inancınız yok. (iki örneğin de şahidiyim, farazi konuşmuyorum)

Tek ortak noktanız var. Zor şartlar altında çocuğunuzu okutma derdindesiniz. Ardından gözyaşı dökerek otobüse bindirdiğiniz kızınızı yine bilerek/bilmeyerek ama ellerinizle yazdırdığınız tarikat yurduna gönderiyorsunuz.

Üniversite okuyup aydınlanacak olan çocuunuza yurtta sohbet adı altında neler mi anlatılıyor? Sohbet yapılan odanın kapısında meleklerin olduğu, isteyerek girenlerin günahlarının arındığı, istemeyerek girenlerin ise sırf isteyerek girenlerin hürmetine günahlarının affedildiği söyleniyor-muş...

İçeride tabii ki dini konular konuşuluyor. Söylenene göre ilk zamanlar konular başka yerden açılsa da ablalar lafı bir süre sonra dini konulara getiriyor. İlerleyen günlerde direkt damardan giriliyor.

Deniyor ki kapıdaki melekler tüm düşünceleri okuyorlar-mış... Deniyor ki başını kapatmayanların saçları öbür tarafta yılan oluyor-muş... Deniyor ki diğer yurtlarda .......... yapılıyor-muş... Deniyor ki ....... derneklerinin amacı kızları pazarlamak-mış... Deniyor ki, Atatürk’e “Deccal” deniyor-muş... Diyorlarmış ki diğerlerine uyulursa, kişi namaz kılmazsa, anlatılanlara inanmazsa öbür tarafta yanacak-mış.

Diyorlar-mış ki aslında “Medrese ne zaman yıkıldıysa millet o zaman yıkılmıştır.“

İstedikleri yerlere gitmeleri engelleniyor, belli bir saatten sonra yurttan dışarı çıkamıyorlar-mış... Sanmayın ki akşam 10’dan bahsediyorum...

Sonra bir bakıyorsunuz ki tıp fakültesine gönderdiğiniz kızınıza erkekleri tedavi etmenin günah olduğu öğretilmiş. Ne güzel değil mi? Öğretmen olmak için gönderdiğiniz kızınız anaokulu çocuklarına yanlışı değil günahı öğretmiş.İşte modern bilimin geldiği son nokta.

Haydi, her tarikat evinde bir ablanın – abinin olmasını anladık. Onların da üstüne semt ve bölge imamı olmasını, fakültelerde nasıl örgütlendiklerini ve kim olduklarını da öğrendik. Peki ya devlet yurtları, okul yurtları çok mu temiz?

Her odaya organize şekilde yayılmış olmaları tesadüf mü? Yurt odalarında istişareler yapmaları çok mu “görünmez”?

Cemaate yardım eden dükkanlardan alışveriş yapmaları, Atatürkçü kişilerden birşey alınmamasını söylemeleri çok mu “organize”?

Devlet yurtlarında bu kadar rahat çalışmalarını engelleyenleri, onu da geçtim anlattıklarının tersini savunanları ve doğruları anlatanları sudan bahanelerle yurt sorumlularına şikayet etmeleri çok mu “cüretkar”?

İsmi bende saklı olan 3 yurt, Bolu dışından üniversiteyi kazanan öğrencilerin evlerine gidiyor. Bazılarının cep ve hepsinin ev telefonlarını öğreniyorlar, düşünün ev adreslerine kadar gidiyorlar. Bu da yetmiyor otobüs terminalerine bile geliyorlar. Sadece hizmet için mi? Rektörümüz Bolu’da yurt sorunu kalmayacağını belirtirken acaba bahsi geçen “Tarikat Yurtlarını” da bahsettiği yurtların arasına koyuyor mu?

Atatürkçü ve aydın kimliğiyle tanıdığım Rektörümüzün bu tür faaliyetler gösteren yurt ve tarikatlara karşı tutumu, Bolu’nun üst düzey yöneticisinin, Tarikat da olsa dernek de olsa eğitime destek veren herkesin destekçisi olduğunu söylemesiyle nasıl da paralellik gösteriyor değil mi?

Peki kimse sormuyor mu “Acaba okulu kazanan öğrencilerin kayıtlarını nereden alıyorlar?”

Gözler okulların yönetimlerine kayıyor. Bu kadar önemli ve gizli olması gereken bilgileri acaba nereden ve kim sızdırıyor? Bu sızıntıya karşı YÖK veya okul rektörlüğü harekete geçiyor mu dersiniz?

Sorular o kadar çok ki. Keşke yukarda yazdıklarımın isimlerini verdiğimde birşeyler değişecek olsa...

Bolu’da Tarikat yurtları –evleri

Sevgili okurlar hatırlarsanız AİBÜ kayıtları zamanında gazetemizde “Aibü’de Öğrenci Avı Başladı” diye bir haber yapmıştım. Yasak olmasına rağmen okula çıkan yurt öğrencileri, cemaat yurtlarının tanıtımını yapıyorlar, bunu bir tek güvenlikçiler bilmiyorlardı! Haber çok ses getirdi. Gerekli merciilere yaptığım şikayet sonucunda biraz da olsa önlem alındığını gördüm. Hatta içeriden (Cemaat yurdunun içinden) aldığım duyuma göre yaptığım haber sonrasında bazı fakültelerde kendilerine göz açtırmamışlar. Bunun için başta İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi yönetimini kutluyotum.Daha önceden de tanıdıkları beni okulda fakültelerin önünde her gördüklerinde ayrı bir yere kaçarak uzaklaşmaları, psikolojilerini çok da iyi anlatıyordu. Sonuçta hukuk dışı bir iş yapıyorlardı ve bunun farkındaydılar. Tabi ne yapsınlar, emiri büyük yerden alıyorlar.Onlara kızmıyorum...Emirleri büyük yerlerden geliyor.AİBÜ Kayıt Danışma yazısının altına stand açan yurt için ise henüz birşey yapıldığını duymadım. Resimle belgelememe rağmen bu konuda hiçbir adım atılmaması çok manidar!Neyse geçti bitti, yine içeriden aldığım habere göre son günlerde fazlasıyla rahatsız oldular. Yaptıkları kanunsuz işi rahatca devam ettiremediler. Bu arada da kulaklarımı çok çınlattılar.Bu yazıdan sonra daha da çok çınlatacaklar. Hatta bundan sonraki yazımda onlar konuşmaktan, ben kulak çınlamasından uyuyamaycağım. Malumunuz avlanan öğrenciler cemaat yurtlarına yerleştiler. Birinci sınıf öğrencilerini yurtlarına, üst sınıfa gelenleri evlerine yollayan cemaat yurtları, isteyene 3 isteyene 4 kişilik ve her birinin başında farklı bölümlerden ablalar bulunan evleri öğrencilere açıyorlar.Fakat bu yıl, her yılki aldığımduyumlardan fazlasını alıyorum. Cemaat yurtlarından bugüne kadar çıkan ve bayramdan sonra diğer NORMAL yurtlara geçecek olan kız öğrenci sayısı geçen yıla göre çok fazlaymış. Bunun da nedeninin bu yıl daha da bir artan manevi baskı olduğunu söylüyorlar. İki kavramı açıklayayım. Normal yurt, öğrencilere barınma ve yiyecek temin eden yurt anlamına gelir. Burada insanlara zorlama ve manevi baskı yapılmaz, namaz kılmadı, askılı giydi diye yurttan atılmaz.Manevi baskı dediğim de şöyle oluyor. Evdeki ablalar öğrencilere soruyor: “Namaz kılıyor musun?” Öğrenci hayır derse “Tüh, keşke kılsaydın” diyor. Evde yabancılanıyorsun, odanda yabancılanıyorsun, yanındakiler sana yabancılaşıyorlar. Eskisi kadar çok konuşmuyorlar ama küsmüyorlarda.Özellikle sabah namazlarında tüm ışıklar açılıyor, uykudan kaldırılıyorsun.“Oruç tutuyor musun?” diye soruyorlar, tutmuyorsan akşam aç kalabiliyorsun. Zaten bu ikisini yapmaman, dışlanman ve açığının aranması için yeterli bir sebep oluyor. Bu gibi olaylar başına gelen kızlarımızın içine yurttan atılabileceği korkusu doğuruluyor. Kalacak yeri olmayan veya parası olmayan kızlar ise mecburen isteklere uyuyor. Hala o yurtlarda kalan kaç kişi biliyorum “okul bitene kadar katlanacağım ama onlar gibi olmak istemiyorum ama mecburum” diyen. Birde sohbetler var. Devlet yurtlarında kendi içlerinde, kendi yurtlarında ise yurtcana düzenlenen. Burada neler anlatılıyor biliyor musunuz? Muhtemelen bilmiyorsunuz. Merak etmeyin bunları “F tipine hayır” diyen köşe yazarlarımızın çoğu da bilmiyor. Bir sonraki yazımda sıra bu hikayelere geliyor.Ne demiştim? Korkmazsanız size geleceğinizi göstereceğim. Gelecekteki öğretmenlerinizi, doktorlarınızı, idarecilerinizi, gelinlerinizi göstereceğim... İsimlerini de vereyim mi?

ÇYDD 12. Gençlik Kurultayı Sonuç Bildirgesi

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin 16–19 Mayıs 2008 tarihleri arasında İzmir şubesinin ev sahipliğinde yapılan 12.Gençlik Kurultayı’nda seçilen konularımızda “sorunun değil çözümün parçası olma” ilkesiyle yola çıktık. Amacımız 21. yüzyıla girerken gelişmiş, evrensel değerlerle yoğrulmuş, hoşgörü kültürünü içselleştirmiş birey profilli, sorunlarını çözüme kavuşturmuş, her yönüyle bağımsız, çağının gereksinimlerini tamamlamış bir Türkiye yaratmaktır. Bazen toplantılar içerik ve gerçekleştirildiği zamanın koşulları bakımından farklılık arz edebilir. Örneğin; Normal koşullarda bir işçi eylemi, işçinin işverenden haklarını alabilmek için yaptığı bir eylem olabilir; ama Milli Mücadele döneminde İstanbul’daki tersane işçilerinin Fransız şirketlerine karşı vermiş olduğu mücadele bir bağımsızlık mücadelesidir. Olağan dönemlerde bir kadın eylemi, kadının sosyal hayattaki haklarını elde etmek için yaptığı bir eylem olabilir; ama Milli Mücadele döneminde Halide Edip’in Beyazıt Meydanı’nda gerçekleştirdiği miting bir bağımsızlık mücadelesidir. Normal zamanlarda bu tür toplantılar, gündemin tartışıldığı, fikir alışverişlerinin yapıldığı ve çözüm önerilerinin sunulduğu toplantılar olabilir; ama böylesine kuşatılmışlık içerisinde bugün, burada yaptığımız toplantı da aslında bir bağımsızlık mücadelesidir. Herkes için eşit koşullarda, sağlıklı, huzurlu, insan onuruna yakışır, vatandaşların tamamına yönelik, sosyal güvenlik sosyal adalet tam olarak sağlanmalıdır. Zengin-fakir arasındaki dengesizlik giderilmelidir. Geçmişten günümüze hep yan yana yaşamış, aynı kaderi paylaşmış, her şeye rağmen birlikte yaşama inancını ayakta tutan insanlarımızın yaşam koşullarının iyileştirilmesi için gereken duyarlılık gösterilmelidir. Kültürel farklılıkların toplumu kutuplaştırmaması, tam aksine bu zenginliğin toplumsal kenetlenmeyi sağlaması gerektiği halka anlatılmalı, böylece evrensel, demokratik, insan haklarına saygılı, çağdaş dünya devletleri arasında yerimizi almalıyız. Milli Eğitim devlet kontrolünde, başından sonuna kadar parasız ve anayasada yer aldığı gibi herkesin ulaşabileceği şekilde düzenlenmelidir. Türk-İslam sentezli milli eğitim modeli terk edilerek; modern, bilimsel standartlarda ve öğrenci merkezli eğitim uygulanmalıdır. Demokratik özerk üniversitelerin oluşumundaki en büyük engel olan YÖK kaldırılmalı, tarafsız yapılanma desteklenmeli ve eğitimdeki kadrolaşma engellenmelidir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile imam hatip okulları uygulaması arasındaki çelişki giderilmelidir. Köy Enstitülerinin ilkelerine dayalı modern eğitim kurumları açılmalıdır. Okul öncesi eğitim yaygınlaştırılmalı ve ÖSS, SBS kaldırılmalıdır. Kalifiye eleman yetiştirmek için meslek liselerine gerekli önem verilmeli, öğrencilerin buralara yönlendirilmesi sağlanmalıdır. Devlet bütçesinden sağlığa ayrılan pay arttırılarak her vatandaşın ücretsiz yararlanabileceği ve vazgeçilmezler arasında ilk sırada yer alan sağlık hakkının temel alındığı bir sağlık sistemi oluşturulmalıdır. Koruyucu sağlık hizmetleri esas alınarak sağlık sistemleri yenilenmeli, böylece hastalıkların oluşumu engellenirken sağlık harcamalarının da azaltılması sağlanmalıdır. Sağlıkta özelleştirmeler terk edilerek sağlığın parası olanın yararlanabileceği bir hizmete dönüşmesi engellenmelidir. Sevk sistemi temel alınarak araştırma ve üniversite hastanelerindeki yığılmalar önlenmelidir. Rehabilitasyon hizmetleri geliştirilerek hastaların sosyal açıdan kayıpları düzeltilmeli ve engellilerin topluma kazandırılması sağlanmalıdır. Üniversite öğrencilerinin yararlandığı mediko hizmetinin daha iyi şartlarda devamı sağlanmalıdır. Üniversite hastanelerinde araştırmaya yönelik kaynaklar artırılmalı, tıp fakültelerinin altyapısı son teknolojiye göre yenilenmelidir. Sağlık personelinin çalışma şartları iyileştirilmeli ve mesleki eğitim en üst düzeye getirilmelidir. Darbe ürünü olan 1982 anayasasının bir an evvel değiştirilerek evrensel değerlerle yoğrulmuş insan haklarına dayalı yeni bir anayasa oluşturulmalıdır. Ülkemizin yapıtaşı olan hukuk devleti ilkesi korunmalı, yargı bağımsız hale getirilmelidir.”Geç gelen adalet, adalet değildir” bilincinin yok edilmemesi için adaletin tecellisinde yeni ve uygulanabilir modeller denenmelidir. Evrensel insan hakları ilkeleri hukukumuzda egemen hale getirilmeli, korunmalı ve geliştirilmeli, birey odaklı bir hukuk sistemi geliştirilmelidir. Kolluk kuvvetleri insan hakları konusunda eğitilmeli, bu haklara uygulamada saygı gösterilmesi sağlanmalıdır. Hukuk eğitimi nitelikli bir hale getirilmelidir. Ayrıca ulusal yargı ağı projesi (UYAP) kapsamındaki teknik aksaklıklar giderilmeli, adliyelerdeki fiziki koşullar ve adli personelin özlük hakları iyileştirilmelidir. Milli egemenlik, hürriyet, eşitlik ve siyasi partiler ilkelerini içeren demokrasi kavramı tanınmalı ve bu doğrultuda haklarımız savunulmalıdır. Bilgi ve becerilerin erken yaşta kazanılması sağlanmalı, demokratik kitle örgütleri lehine ikna edici eylem tasarıları geliştirilmeli, “günü değil geleceği kurtarmaya bakmak ”düşüncesi benimsenmeli, ifade ve bilgilenme özgürlüğü için öz denetimli bir medya geliştirilmeli, demokratik kitle örgütleri kırsal kesimlere kadar yayılmalı, çok kültürlü halkımız arasında hoşgörü kültürü geliştirilerek birlikte yaşama bilinci aşılanmalı, yürürlükteki seçim sistemi değiştirilip baraj uygulaması kaldırılmalıdır. Tam bağımsız Türkiye’nin ancak örgütlü bir toplumla gerçekleştirebileceği bilinciyle hareket edilerek halkın örgütlenmesi teşvik edilmeli ve 12 Eylül darbesiyle birlikte yok edilen toplumsal refleks yeniden canlandırılmalıdır. Medya; siyasetin her türlü baskısından arındırılmalı, halkı bilinçlendirmeye yönelik tarafsız bir yayın anlayışı benimsemelidir. Düşük seviyeli programların yerine nitelikli ve halkı düşündürmeye ve aydınlatmaya yönelik programlar yapılmalıdır. Demokrasinin tam olarak işleyebilmesi için medyanın tekelleşmesi engellenmelidir. Medyanın tam olarak anlaşılabilmesi için medya okur-yazarlığı yaygın hale getirilmelidir. RTÜK siyasetten arındırılmalı ve özerk hale getirilmelidir. Bireylerin can ve mal güvenliğinin sağlandığı, ulaşım özgürlüğünün kısıtlanmadığı, tarihi miraslara bağlı kalınarak yeniden düzenlemelerin yapıldığı, çarpık kentleşmenin olmadığı, kültürel, sportif ve dinlenme faaliyetlerinin bulunduğu bir mimari yapı çerçevesinde belediyeler arası iş birliğinin sağlandığı örnek köy ve şehirler kurulmalıdır. Küresel rekabetin alabildiğine hızlandığı, sıcak para dolaşımının olağanüstü boyutlara eriştiği, kar, rant ve sömürge odaklı bugünkü ortamda (21.yy.da),ülkemiz bu durumdan ekonomik boyutta her zamankinden daha yıkıcı olarak etkilenmektedir. Türkiye’de insancıl ekonomi yaratabilmek adına tüketim toplumundan üretim toplumuna geçilmeli, özelleştirmeler yerine kurumlar yenilenmeli veya üniversitelere devredilmeli, AR-GE çalışmaları artırılmalı ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak yatırımlar yapılmalıdır. Kısacası devlet, stratejik konularda doğrudan, özel teşebbüslerde dolaylı yollardan yönlendirici olduğu ulusal bir ekonomik yapıyı esas almalıdır. Küresel ısınma ve yanlış tarım politikaları nedeniyle ülkemiz tarımının etkinliği ve verimi azalmaktadır. Bu durumu tersine çevirmek için çiftçinin etkin ve modern tarım aletleri konusunda eğitilmesi, tarımın finansman ihtiyacının karşılanması, sulamalı ve organik tarımın teşvik edilmesi, tarımsal girdilerin fiyat kontrolünün sağlanması ve GAP gibi projelerin sayısının artırılması gerekmektedir. Ulusal kimliğini yitirmeden dünya ekonomi politikasına entegre olmuş, aynı zamanda çevreye duyarlı sanayi tesislerinin artırılması istihdamın düzenlenmesi, üretim esaslı istihdam odaklı yatırımlarla sanayi toplumuna geçiş hamleleri gerçekleştirilmelidir. Özellikle yatırımlardan mahrum bırakılmış bölgelere önem verilmeli, bu bölgelerde kurulacak olan yeni fabrikalar ve yatırımlarla üretim ilişkileri yeniden düzenlenecek bir sanayi devriminin temelleri atılmalıdır. Planlamada, sanayileşmede ve kalkınmada halkçı bir model ve bağımsız bir siyasi iradeyle çözüm önerilerini gerçekleştirmek olanaklıdır. Alternatif enerji kaynakları bakımından zengin olan ülkemizde koşullara uygunluk sağlayan pilot bölgelerde enerji santralleri kurmak suretiyle AR-GE çalışmaları artırılmalı, oluşturulması gereken somut projeler hayata geçirilmeli ve çevre dostu enerji kaynakları ile ilgili ulusal enerji politikası hayata geçirilerek dışa bağımlılık bitirilmelidir. Bilimin olmadığı bir ülkede teknolojinin olmayacağı çok aşikârdır. Ülke genelinde üretemeyen, düşünemeyen beyinlerin olması, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeyi örselemektedir. Çözüm olarak ithal teknoloji yerine teknoloji ihraç edilmeli, en kısa sürede bilim ve teknoloji bakanlığı oluşturulmalı, sosyal bilimler ve doğa bilimleri alanındaki araştırmalar desteklenmeli ve teşvik sağlanmalı, ulusal AR-GE bütçesi oluşturulmalı, üniversite-sanayi ortak araştırma merkezleri kurulmalı, uzay ve havacılık alanına yönelik ulusal uzay ve havacılık konseyi kurulmalı, biyoteknoloji, nanoteknoloji ve gen mühendisliği çalışmalarına hız verilmeli, savunma sanayinde AR-GE’ler genişletilmeli, bilim ve teknoloji kültürünü yaygınlaştırmaya yönelik bilim ve teknoloji merkezleri kurulmalıdır. Jeopolitik yapısı itibariyle stratejik bir konumda bulunan ülkemiz dış politikada daha istikrarlı çok boyutlu, nitelikli stratejilerle desteklenmelidir. Belirsiz, çalakalem, kısa dönemde fayda sağlayan, fakat uzun vadede ciddi kayıplar getirecek politikalardan uzak durulmalıdır. Enerji koridoru üzerinde bulunan ülkemiz enerji üretiminde ve enerji nakliyatında söz sahibi olarak elde ettiği gücü dış politikasında etkin bir şekilde kullanmalıdır. Duygusallıktan uzak, ilkeli, planlı ve istikrarlı, toprak bütünlüğünü esas alan tam bağımsız bir dış politika izlenerek uluslararası alanda itibar geri kazanılmalıdır. ABD üsleri kapatılmalı, Irak’ın toprak bütünlüğünü gözeterek ilişkiler geliştirilmelidir. Kıbrıs’ta çift toplum temelinde çözüm sağlanmalı, AB katılım müzakereleri onurlu bir şekilde yürütülmeli, çifte standart engellenmelidir. Her zaman acıya mahkûm edilen bu coğrafyada artık umudun ve sevdanın mücadelesi başlamıştır. Bu sevda; halayın, horonun, zeybeğin ve zılgıtın kardeşliğinin yaşandığı bir Türkiye sevdasıdır. Bu sevda; bahar bayramlarının kan bayramlarına dönüşmediği bir Türkiye sevdasıdır. Yukarıda sunduğumuz çözüm önerileri, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ ün hedeflediği Tam Bağımsız ve Çağdaş Türkiye’ye giden yolda bizlere ışık olacaktır. Bu yüzdendir ki ömrümüz boyunca bu önerilerin takipçisi olmaya kararlıyız. Çünkü bizler biliyoruz ki duvarı yıkan suyun şiddeti değil, sürekliliğidir. İşte bu kararlılıkla tüm dünyaya haykırıyoruz: “ARTIK TÜRKİYE’DE HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK”

Kemalizm'in Zor Sınavı

Ne zamandır bu tür bir yazı yazmak istiyordum ama bugüne kısmetmiş. Konuyla ilgili ilginç gelişmelerin yaşanıyor olması da güncelden kopmamama sebep olacak. Belki de güzel bir zamanlama oldu. Söyleyecekler çok bu sebepten hemen konuya giriyorum. Ergenekon sağolsun, Türkiye’de tüm kavramlar artık birbirine girmiş durumda. Gerçek anlamıyla kalabilen hiçbir ideoloji yok artık. Komünist bölücü oluyor, işçi terörist, Kemalist darbeci, dinci demokrat, faşist vatanperver derken artık kimse tartışmalardan anlaması gerekeni anlamıyor. Bunun kasıtlı yapıldığı bir gerçek ama insanlarımızın ideolojiler konusundaki hatalı ezberleri ve bilgisizliği de çanak tutmuyor değil. Cemaat tarikat taraftarı dincilerle yaptığım tartışmalardan da bu anlaşılıyor. Herkes kendi düşüncesinin bayraktarlarından aldığı yanlı ve eksik haberlerle, dayatılan yorumlarla ve ezberletilen cümlelerle konuşuyor. Bu sırada karşısındakini dinleyen yok... Ahmet Taner Kışlalı öldükten beri de kimse Kemalizm’i çıkıp doğru düzgün şekilde anlatmıyor.Sonra da Kemalizm, Nur Serter, Tuncay Özkan gibilerinin ellerine kalıyor. Haklı oldukları konularda bile sırf millete çemkirmelerinden sebep büyük bir antipati kazanıyorlar... Medya padişahları da ekiplerine bir emir gönderiyor, bunlar Kemalisttir diyor, olan bize oluyor. Hepimizi bir Tuncay Özkan gibi görüyorlar. Halk sanıyor ki herkes küçük Tuncay.Değil deseniz de nafile... Öncelikle... Kemalizm ideolojisi sonradan uydurulmuş, Atatürk’ten sonra çıkmış fln değildir. Atatürk’ün bu konudaki en büyük çekincesi ideolojilerin kalıplaşması ve daimi çağdaşlaşmayı engelemesi ihtimalidir. Zaten bu “Devrimcilik” ilkesine de karşıdır. Devrim sürekliliğini kaybettiğinde geçerliliğini de kaybeder.Ülkemiz bugün zirveye ulaşmamış, (Kazanımlar ve düşünsel anlamda) 1923 devriminden çok da ileri gidememişse demekki Kemalizm ideolojisine hala ihtiyaç vardır en azından geçerliliği mevcuttur.Bilinmelidir ki ülkeye güçler ayrılığı ilkesinin gelişi Atatürk zamanındadır. Hatta yargıya yasama ve yürütmeden büyük bir güç verilmiştir. Seçmen bilincinin olmadığı ve yeşertilmeye çalışıldığı bir ülkede çok partili rejimi ülke kaldıramadığı için yargı her zaman denetleme görevini yapmıştır. Bugün yargının tüm gücü elinden alınmaya çalışılıyor. Asli görevini yapmaya çalıştığında ise “Kemalist bunlar”diye bir yafta yapıştırılıyor, haydi bakalım anti demokrat ilan ediliyor.Yargı tarafsızdır, kimseye çifte standart uygulamamaktadır. Gerekirse DTP’yi de kapatır, AKP’yi de, MHP’yi de CHP’yi de... Kemalizm devletçilik ilkesine sahiptir ama Kemalizm’i okumayanlar bunu Sosyalist bir areket olarak görür. Halbuki devletçilik, esas itibarıyle herşeyi devletleştirmek değil, devleti özel girişim karşısında “Komik Duruma Düşürmemek” ve ülke çıkarlarını kişi çıkarına karşı korumaktır. Kemalistler ırkçı olarak gözükür ama aklı başında insana göre ırk kavramının zerre kadar önemi yoktur. Irkçı olarak gören zihniyetin ardında ise kendi akrabasını, hemşehrisini kayırmanın verdiği güven vardır. Kardeşin kardeşi dolandırdığı bir ülkede iyi bir ırk olsaydı bu kadar yolsuzluk yaşanır mıydı? İnsanların bireyden bireye değişen özelliklerini göremeyip kolayı seçenlerdir bu ırk kavramını belirleyici olarak öne çıkaran. Kemalist insan, tüm zorluklara birlikte göğüs germekten mutlu olan insanlara kendi milleti gözüyle bakmaktadır. Peki bu kadar yoğun bir baskı varken Kemalistlerin üzerinde, benim de savunmaktan gurur duyduğum bu görüş üç-beş “BOŞ” adama bırakılacak kadar değersiz midir? Bir de ters taraftan bakalım. Ey kendine Kemalist diyenler. Bizim görüşümüz halka kendimizi “IRKÇI FAŞİST DARBECİ GERİCİ” olarak göstertecek kadar değersiz midir? Okumaya, düşünmeye, anlatmaya, tartışmaya, geliştirmeye devam... Çünkü Kemalizm Barışçı, Aydınlanmacı ve İlericidir... Var olan en güzel ideolojidir...

Kalpler Dikili'de Atıyor

Aslında bugün hiciv dolu bir yazı yazacaktım ama konu hicvedilmeyecek kadar vahim... Aymazlar Holding yine, yeni, yeniden bir oyun sergiliyor. Bu aymazlığa sesini çıkarmayan tek bir yurttaş kalırsa eğer bu ülkede, vah onun insanlığına, yurttaşlığına, hakkına, hukukuna.Adı= Osman Özgüven... Suçu= Halka 10 tona kadar BEDAVA su dağıtmak...Yani... Görevini kötüye kullanmak... Görevi= Belediye Başkanı, yani ilçesini ve halkını daha refah yaşatmak. Daha iyi hizmet sunmak... Durmuyor Başkan, hizmete devam ediyor. Ekmeği 25 Kuruş yapıyor... Fırıncılar tepkili. Halkı kazıklayamıyorlar. Halk memnun. Satışlar 10bin’e çıkıyor... Durmuyor Başkan, Belediye’nin eski fırınını donatıyor, kısa sürede 3 kişilik dev bir ekipten oluşan Halk Sağlığı Merkezi açıyor... Hastalara 1YTL’ye bakıyor... 1 YTL... Durmuyor Başkan, Belediye’ye ait 4 otobüsle halkı BEDAVAYA taşıyor... Durmuyor Başkan... Jeotermal enerji ile ilçe halkının ısınma sorununu gideriyor... 2bin konutun ısınma gideri kalmıyor. Aylık maliyeti ise çok komik... Sadece 35 YTL... Durmuyor Başkan... Dikili Belediyesi Çocuk Korosu, Roman Dans Grubu, Çocuk Gitar Kursu, Çocuk Bale Grubu, Çocuk Tiyatro Kursu, Çocuk Bisiklet Kulübü, Çevre Gönüllüsü Çocuklar, Çocuk Satranç Kulübü kurmak gibi suçlar işledi... Durmadı Başkan... Demokrasi ve Emek şenliği düzenledi. 80 darbesine verdi veriştirdi, susmadı konuştu, konuşturdu. Ama işte birilerine battı bunlar. Diğer ensesi kalın Belediye Başkanlarının tahtını sallamasından korktular. Susan, yediği kırbaçların bile farkında olmayan halkın uyanmasından korktular... Dayanamıyorum çünkü bu noktadan sonra hicvetmek gerek. Hicvetmeden direk söyledğinizde sert konuşuyor oluyorsunuz. Sanki söylenenler doğru değilmiş gibi...Bakalım Dikili Belediye Başkanı neler yapmalıydı... Dünyanın en zor işini yapmalıydı, asfalt yapıp, yol yapıp resim çektirmeliydi. Ama öyle kuru kuruya değil. Yol yapılmadan önce, sonbahar döneminde, ağaçlar açmamış, doğa kendini yenileme sürecine girmişken, pek de hoş görünmeyen bir günde, hava kasvetliyken yol yapılacak alanda resim çektirmeli, asfaltlama bitip çiçekler açtıktan sonra “Bakın ben yolu yaptım çiçekler bile açtı” demeli, biz kıt kafalıları da kandırmalıydı... Biz dediğim ben ve ailem adına konuşuyorum kimseyi kastetmiyorum aman... 2005 yılında söz verdiği hizmeti 2008’de zor tamamlayıp üstüne birde şov yapmalıydı... 15 günlük lalelere milyarlar vermeliydi... 4 defa basılan bültene 74 milyar uçurmalıydı... Ekmeği 75 yapanlara ses çıkarmamalıydı... 1 Tirilyon 150 milyar liralık Temsil ve Ağırlama giderinin suçunu kapatmak için millete yüklenmeliydi... Otobüsleri özel işletmeye vermeli, ufacık şehirde 1YTL 10 Krş’a taşımaya ses çıkarmamalıydı... Şehrin eksiği yokmuş gibi tüm reklam alanlarına boy boy reklam asmalıydı.. .Gençlik adına daha böyyük işler buyurmalı, Kent Konseyi Gençlik Meclisi’nde maç seyrettirip çekirdek çitlettirmeliydi... Otobüse mescit yaptırmalıydı.Belediyecilikten az biraz anlasan bunlar başına gelirmiydi BÜYÜK BAŞKAN... Girerdin 71’lik listeye, yaptıklarınla değil, yapmaman gerekenlerle övünürdün... En içten sevgilerimle!

Halife Sesleri Geliyor

Hilafet Sesleri Geliyor (Bolu Olay Gazetesi Tarih:16 Şubat 2008)
"Sana mı kaldı türban konusunda karar vermek, bu ulemanın işidir. ulema ne diyorsa o olur."
"Efendi sen kim oluyorsun, buna mecelle (şeriat hukuku) karar verir" "Türban konusunda mahkemenin söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır."
Hatırlarsak R.T. Erdoğan'ın bu sözleri çok konuşulmuş, gündem bir aralar ulema sözünü tartışanlarla dolup taşmıştı.
O günlerde AKP Grup Başkanvekili İrfan Gündüz, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ulemadan kastının "otorite, işin ehli" olduğunu kaydederken, Türkiye'de ilahiyat fakülteleri, İslam hukukçuları, Din İşleri Yüksek Kurulu gibi otoritelerin bulunduğuna işaret etti.
Tartışmanın devamında ise Başbakan Erdoğan, "Açsınlar TDK lügatını, Milli Eğitim lügatını açsınlar 'ulema' kelimesinin anlamı nedir ona baksınlar. Bunlar şecaat arzederken sirkatin söylüyorlar, kendilerini överken açıklarını ortaya koyuyorlar." dedi...
Peki, neden Diyanet İşleri'ne sorun ya da İlahiyatçılara sorun değil de ulemaya sorun dedi?
Bakın Ulema nedir? Size 2 tanım sunuyorum.
R.T.Erdoğan: "Ulema, alim kelimesinin çoğuludur. Alim kelimesi bugünkü ifadeyle bilgindir. Ulema ise bilginler anlamına gelmektedir."
Erdoğan'ın bakın dediği Türk Dil Kurumu'na göre ulema, din konusunda "Sarıklı din bilginleri" demekti. Aylar, yıllar önceki konuyu neden yazdım? Çünkü ulema sözü yine karşımıza çıktı. Laf arasında geçen bu kelime, yakında yine başımıza bela olur mu bilemem. Fakat birkaç değerlendirme yapabilirim.
* * *
Türkiye'de ülkemizin "Ilımlı İslam Devleti" olarak gösterilmesinden rahatsız olan bir iktidarı yoktur. Türkiye'nin iktidarı kendi değimiyle Büyük Ortadoğu Projesi'nin Eşbaşkanıdır.
BOP'un amacı ise Ortadoğu'ya ABD demokrasisini "Ilımlı İslam"ı pompalayarak getirmektir. Bu yolda İran en büyük tehlikedir, ABD karşıtlığında lider konumdadır, bölge için kötü bir örnek oluşturmaktadır.
Aynı İran dini açıdan da İslam Dünyası'nın Amerikan karşıtları arasında yönlendirici konumundadır. ABD karşıtı İslami hareketleri yönlendiren devlettir. İran'da İslam, ılımlı olarak değil, neredeyse tüm Şer'i hükümleriyle uygulanmaktadır.
Bölgeye örnek teşkil edecek ülkenin Türkiye olduğu hem ABD, hem de iktidarımız tarafından seslendirilmiştir. BOP'a göre Türkiye, model açısından İran'ın alternatifidir ve mutlaka onun yerine geçmelidir.
Ilımlı İslam'ın ABD eliyle yayıldığı Ortadoğu'da, güç açısından İran ile yarışılsa bile dini açıdan nasıl yarışılacaktır? Ortadoğu'ya hangi İslami lider dini açıdan öncü olacaktır? Türkiye bu dini liderliğin neresinde olacaktır?
Hilafet nerede kaldırıldıysa, oradan doğurulacaktır. Hilafeti hangi lider kaldırdıysa onunla veya onun izindekilerle savaşılacaktır. Hangi laik rejim hilafeti yıktıysa, o rejim yıkılacaktır.
BOP projesi olan Ilımlı İslam'ın dini lideri, hilafetin tarihe gömüldüğü yerden yani Türkiye'den hatta İstanbul'dan, ABD deteğiyle yeniden doğurulacaktır. Plan budur...
Ulema sözleri kulaklarınızda çınlıyor mu? Çınlasın...
Düşünün bu "ulemaya sorun" sözleri nerelerden geliyor ve kimi kast ediyor?
Sorun kendinize, Ahmet Taner Kışlalı'yı neden öldürdüler? Necip Hablemitoğlu Köstebek kitabında kimi yazdığı için vuruldu? Öldürülen Danıştay Üyesi Özbilgin ve saldırıya uğrayan arkadaşları hangi kararı vermişlerdi, hangi gazete tarafından hedef göstermişlerdi, o gazeteyle hangi bakanlar içli dışlı? Cumhuriyet Gazetesini bombalayan şahıs neden yaptı, kimden özür diledi, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'ndan Şeriatı isterken nasıl yüz buldu?
CİA tarafından korunulan, Utah'ta yaşayan Halifenin, yani ulemaların başının adını söylememe gerek kaldı mı?

60 Milyar Dolar Nasıl Çalınır?

Bakın bizim cebimizden çıkan, devletin 60 Milyar Doları nasıl uçuruluyor. Devlet için cepten çıkan her kuruş para helal olsun ama bu paraları yiyenler veya birilerine yedirenler elbet gün olup cezasını çekecekler.Birazdan anlatacağım hikaye cebinizdeki üç – beş kuruşun hikayesidir... İlk adım. 2002 Aralık – 2006 Aralık yani AKP dönemi. Dış borç %70 artar (130-223 Milyar Dolar) Fakat borcun sahibi özel sektördür. Özel sektör borçları 3 kat artar ( 44-138 Milyar Dolar) Adım 2: Devlet dış borç ödeyip bununla övünürken özel sektör iç borç almaya devam eder... AKP 5 yılda 2 Milyar Dolar dış borç öder. Adım 3: Fakat devlet 5 Milyar Dış faiz öderken 30 Milyar Dolar iç faiz öder... Yıllık iç borç faizi 2006’da %17,6 iken, dış borç faizi %2,5Adım 4: Yabancı bankalar özel sektöre 4 yılda 50 Milyar Dolar kredi açar... Peki soruyorum özel sektör bu kredileri nereye harcar? Sanayiye mi, ticarete mi? Bilemediniz... Vurgun geliyor... Adım 5: Özel sektör devlete 4 yılda tam 105 Milyar Dolar kredi verir... Devlet %17,6ya iç borç yaparken %2.5e dış borç yapabilirdi... Ama krediyi kimden aldı? Adım 6: Türkiye cumhuriyeti’nin neredeyse bütün bankaları yabancılara satılır. Çünkü Türk bankalrı o halleriyle bu talan politikasını kaldıramayacaktı... Yabancılar bizim bankaları aldı, bizimkiler de kredileri... Adım 7: Sadece alınan dış krediler ülkeye 94 Milyar Dolar sokar... Piyasa dövize doyar, kurlar düşer... AKP övünür... Adım 8: Döviz bollaşmalıdır... Dış borç ödenmeli, reklamı yapılmalı ama içerden daha fazla borç alınmalıdır. Bir yol daha bulunur... Adım 9: Devlete ait, gelir getirsin – getirmesin, piyasa değeri yüksek olan her kurum SA-TI-LIR. Türke mi? Olmaz... Yabancıya satılmalıdır... Ülkeye döviz girmelidir... Adım 10: Kurumlar olmaz... Topraklar da satılmalıdır. Açıkları yamamak için para lazımdır... Yerel yönetimlere ait arsalar, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, yani madenler, yani dağlar, taşlar, akarsular ne bulunursa satılmalıdır... Adım 11: Batan bankalara hükümete taraftarlar da ortak edilir, ayrıca taraftarlara TMSF yoluyla diğer özelleştirmeler de PEŞKEŞ çekilir... 78 yılda 8 Milyar Dolar özelleştirme yapılırken, 4 yılda tam 17,8 Milyar dolar Kümulatif Özelleştirme yapılır... Adım 12: ABD’ye de yaranmak lazımdır... 37 Milyar Dolar olan ABD’deki rezerv 100 Milyar Dolara çıkarılır... Bugün kıvır kıvır kırvanan ABD ekonomisine ufak (!) bir yardım mıdır acaba? Adım 13: Artık hesabı çıkarmanın vaktidir... 2003 Yılında 7 Milyar Dolar 2004 Yılında 11 Milyar Dolar 2005 Yılında 17 Milyar Dolar 2006 Yılında 25 Milyar Dolar Yani Türk Halkı 4 YıldaTtoplam 60 MİLYAR DOLAR Devlet Eliyle Kazıklanmıştır. Kredilerin hangi banka ve finans kuruluşlarından alındığı ortadadır...%2,5 faizle dış borç al, %17,6 faizle devlete sat... İşte TALAN işte VURGUN EKONOMİSİ. Ali Desidero’nun dediği gibi... Haydi Hayırlı Traşlar... * NOT: Yeditepe Üniversitesi Cemil Tarhan’ın araştırması’ndan bazı bölümler kaynak olarak kullanılmıştır.

Çile Sigortalım Çile...

Fatih Metin geçen gün açıkladı ve bu kanuna pek sıcak bakmıyorum dedi. Kendisini, sıcak bakmasa bile çıkarılacak bu kanuna, satır arasında bıraktığı bir cümleyle bile olsa tepki göstermesindeki cesaretinden dolayı kutluyorum.Çok ilgilenmeme rağmen bugüne kadar yazamamıştım bir türlü. Bakalım kanunda neler var... Ey %46,7 özellikle siz iyi okuyun... Kadınlar için 58, erkekler için 60 olan emeklilik yaşı, hepsine beraber 65’e çıkarılacak(MADDE 28). Erkeğe ve kadına ölene kadar beraberce çalışma hakkı... Çalışın ki sosyal hayatınızı güvene alalım, ne o öyle yalnız takılacaksınız bir ömür. Onun yerine çalışın, zaten emekli maaşınız yetmiyor çalışıyorsunuz, durmak yok çalışmaya devam... Kaza eseri emekli olupta maaşı ile geçinemeyen ve 65’inden sonra çalışmaya çalışanlar... Yeniden çalışmaya başlayan emeklilerin, emekli aylıkları kesilecek… Emekliliğe hak kazanmak için prim ödeme günü yakın zamanda 5000’den 7000’e çıkmıştı. Ama birikim yapmaya alışsın Türk halkı. 9000 güne çıkarılıyor... (MADDE 27) Emekli maaşlarınız da %23 düşürülüyor (MADDE 29)...Nasıl olsa emekli olamdan öleceksiniz, 65’ten sonra para sizin neyinize zaten, kefenin cebi mi var? Yıpranma hakkınızı da elinizden alıyorlar... Neden? Çünkü artık çalışırken yıpranmayacaksınız, Cuma günleri öğle tatili uzun nasıl olsa... Aylık geliri 140 liradan fazla olan bütün vatandaşlar 73 – 475 YTL Genel Sağlık Sigortası Primi ödeyecek. (MADDE 88) Hastaneye yattığınızda Katılım Payı adı altında ücret alınacak. Gerekirse 5 katına çıkarılacak (MADE 68) Anne olan sigortalılara 6 ay boyunca verilmesi gereken emzirme yardımı 1(Bir) aya düşürülecek. Sigortalı çocuklara bir ay anne sütü yetecek de artacak bile... Artık annelerini alıp nereye gidecekleri kendilerine kalmış... Malum anasını alıp gidene herhangi bir teşvik yok fakat bu yönde gayet şiddetli tavsiyeler var... Primini ödemeyen vatandaşlar sağlık hizmeti alamayacaklar (MADDE 88,89,90) Beğenmeyen gitsin, ödemeyen ölsün...Primini ödemeyen çiftçinin pamuğuna, tütününe, üzümüne, buğdayına el konulacak... (MADDE 87) Ohh! sonunda oldu... Bu arada... Ölünce kurtulacağınızı da sanmayın... Ölenlerden geriye kalanlar da unutulmamış... Ölüm aylığı bağlanması için 900 gün yerine, 1800 gün prim ödenmiş olması gerekecek.Haydi %46,7... Savun savunabilirsen...

Milliyetçiliğin Arkasına Saklanan Renk = YEŞİL (4 Şubat 2008 Akademi Bülteni )

Milliyetçiliğin Arkasına Gizlenen Renk = Yeşil Ve Bu Yolda Ulusalcı Milliyetçi Ayrıştırmaları Öncelikle Bir hatırlatma yapayım... Bir ara en büyük tehlike İRTİCA idi. Bugün nerede? Duyan tartışan var mı? Hani medya neredesin? İşin içine girelim… Aslında bugüne gelişimizin ilk başlangıcını Terör Sorununun başlangıcından almak gerekiyor. 1980 öncesinde ayyuka çıkan sağ – sol çatışmalarında Türkiye’de milliyetçilik, milli çıkarları kollamaktan çok sol görüşe karşı çıkmak şeklinde gelişti ve kendini daha çok sağ görüşte buldu. O zamanlar ulusalcılık terimi, milliyetçilik kadar gelişmemişti. Aslında ulusalcılık, her iki “düşman kılınan” tarafın da ulusalcılıktan nasiplenmesi, iki görüşten de ortak noktalarının var olması sebebiyle gelişmedi. Fikrimi daha açık söylemem gerekirse, o zamanlarda ulusalcılık söyleminin gelişmemesinin esas sebebi, birbirine düşürülen tarafların ortayı bulabilme ihtimaliydi. 1980 darbesinin ardından, ülke daha kötü bir sürece itildi. Hem zamanın sağcıları, hem solcuları hapislere atıldı ve her savaşta olduğu gibi güçlenen – güçlendirilen taraf savaşa katılmayan taraf oldu. Dikkat edin o zamanlarda iki kanadı oluşturan kesimin hiçbirinde din asıl farklılık değildi. Fakat darbe sonrasında pek yeni olmayan ama asıl aktör olarak sahne almamış bir görüş sahibi olundu. Milli görüş ve nakşibendi kadroları içince gelişen bir milliyetçi – muhafazakar görüş dillendirilmeye başlanırken, darbeciler tarafından kollanan kesime kimlik olarak takıldı. Artık ülkede gelişmeye başlanan ve belli bir şekilde biryerlerden destek alarak büyüyen bir kesim vardı. Bu görüş hakkında kendi değerlendirmem, daha önceden belirlenmiş kesimin din kaygılarının milliyetçilik çerçevesi ardına saklanarak gelişti ve bu kişiler 80 öncesindeki milliyetçi görüşe İHANET ederek fena halde LİBERALLEŞTİ. Yani artık karşımızda, din ayrımı yapmayan dinciler, millet ayrımı yapmayan milliyetçiler vardı. Bunun en önemli örneği döneminin en önemli siyasetçileri olan kişilerin NAKŞİBEND’idir ve hepsi de zamanında Süleyman Demirel’in partisi tarafından üst noktalara atanmışlardır. 3 kişiye de bakarsak hepsi değişik özelliklere sahiptir ama esas özellikleri, özlerinde milliyetçi muhafazakar olmaları en kötü ihtimalle bu kişileri desteklemeleridir. Yanlarına aldıkları üst düzey bürokratlar da genelde ABD’de görev almış bürokratlardır. Yine 80 sonrası ülkede yükselen milliyetçilik kisvesi altındaki dinciliği geliştirme çabaları yeni bir taban daha bulmuştu. Milliyetçilikten nasiplendirilemeyen Güneydoğu ve Doğu bölgesinde desteklenen Terör, bölgede dinci kesimin desteklenmesi için sebep olmuştur. PKK karşısında güçlendirilen Hizbullah, kendi çıkarları açısından bölgede PKKya karşı savaşmıştır, fikrimce savaşır gözükmüştür. Bu sayede halk ile bağ kurmayı başaran Hizbullah, Bölge insanını dinci yapılanmaya yaklaştırmıştır. Bugün karşımızda doğu bölgesine iyice yerleşmiş hocalar, şeyhler, şıhlar varsa; milletvekilleri, bakanlar, başbakanlar gidip ellerini öpüp icazet alıyorsa, bunlar hep desteklenen Hizbullah ve dolayısı ile dinci yapılanma yüzündendir. Evet, devlet teröre karşı bu sayede bölge halkını düzenleyebilmiştir ama bu düzenlemenin dinci yapılanmaya olan katkısı da görülmüştür. Yani 80 darbesinin ardından dinci yapılanma 2. zaferini terör sayesinde ve milliyetçilik kisvesinde kazanmıştır. Günümüze yaklaşırken görmekteyiz ki 2002 seçimleri bu yatırımların sonucu olmuştur. Tabi bunu anlamak için 1999 seçimlerine bakmak gerekir. 1999 yılında yapılan seçimde, terörün gelişimi ile paralel olarak artan milliyetçi oylar, halkın terörden aldığı yaranın da üst noktaya çıkması ile, M.H.P. oylarının hiç olmadığı kadar artarak 2. parti olması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Dikkatleri çekmek istediğim konu, 1999 seçimleri öncesi yıkılan iktidar, Doğruyol – Refah koalisyonudur ve tamamen vatanperver bir tepki olan 28 Şubat süreci sonunda yıkılmıştır. Ülkenin dinamiklerinin kendini koruması için son eylemi olan 28 Şubat, az önce anlattığım bütün oyunların duraklamasına ve seçim sonucunda olabilecek en uygun milli iktidarı ortaya çıkarmıştır. Aslında o iktidar 28 Şubat sürecinin tamamlanmasına da bir anlamda engel olmuştur. O dönemde bakan, başbakan olarak görev yapan kişilerin geçmişlerine bakarsak, partilere sızan tarikatçı yapılanmaların, 28 Şubat sürecine de taş koyduklarını görürüz. Bunun gerçekleştirmesinde; cemaat içinden veya dış desteklerle gelen kişilerin kabineye girmiş olmasıdır. Yine de başarıyla direnen iktidar, bir ara dış destek almış olmasına rağmen, içeride gelişen olaylar ve anlaşmazlıklar sonucunda dış güçlerin istediği çizgiden çıkmaya çalışmış (dikkat çıkmış diyemiyorum) bunun sonucunda da yine dış etkenlerle oluşan ekonomik yıpratmalar ve IMF tarafından zorla dayatılan politikaları sonucunda pes etmek zorunda kalmıştır. Aslında alınan seçim kararı kesinlikle yanlış veya zamansız bir karar değildi. Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile ivme kazanacağı düşünülen milliyetçilik, aslında ivmeyi kaybetmişti çünkü terör bitmişti. Sürecin yanlış okunması sonucunda ortaya çıkan bu değerlendirme, birçok partinin başını yakmıştır. Aslında süreci dikkatli takip edenler bugün her şeyi açıkça kavrayabilmektedir. 2002 seçimlerinde tasfiye edilenler, ulusalcı ve milliyetçi kesimdir. 1980 – 2002 arasında ülkenin her noktasına milliyetçilik kalkanı altında yerleşen dinciler bunun meyvesini 2002 seçiminde almıştır. Dikkat ediniz AKP’nin yoğunlukta oy aldığı bölgeler, yıllar yılı dinci yapılanmaların üzerinde çalıştığı yerlerdir. Doğudan aldığı oylar, bugüne kadar muhafazakar partilerin alamadığı kadar çoktur. Buna “Özal Dönemi” de dahildir. 2002 seçimlerinin sonucuna tasfiye edilen ulusalcı ve milliyetçi görüşler, bugün kendini bulma ve ortak noktalarda birleşme sürecindedir. Uzun yıllar boyunca dinciler tarafından kullanılan ve sağ görüşün sahiplenmesinden dolayı sol görüş tarafından uzak durulan milliyetçilik ve yeni bir isim bularak sol görüşün milliyetçiliğinin yarını alan ulusalcılık terimleri, bugün ortak noktalarını bulmaktadırlar ve Atatürk görüşlerine dönme sürecinin sancılarını çekmektedir. Yıllar sonra üzerine tekrar düşünülmeye başlanan bu düşünceler artık öze dönüş sürecine girmemizi sağlamıştır ve halk artık bu görüşleri benimsemiştir. Zaten bugün gelişen olaylar da bu öze dönüşü bozmaya çalışanların yaptıklarının sonucudur. Halkımız artık kendi değerlerini korumak için birleşirken, insanlarımız gerek milliyetçiliği kendine mal eden BBP partisi ve Alperen ocaklarının değnekçiliğiyle, gerek milliyetçilik ırkçılıktır diyerek insanları karşısına itmeye çalışan insanların yardımı ile tekrar bir oyun sergileniyor. Türk halkı umarım bir gün milliyetçilik ile ulusalcılığın çıkış noktalarının ve gelişimlerinin aynı noktada olduğunu ve milliyetçi olmadığını söyleyenlerin aslında Atatürk’e ihanet ettiklerini, ulusalcılığın da milliyetçiliğin rakibi olduğunu söyleyen, ulusalcıların bölücü olduğunu söyleyenlerin oyununa gelmeyecektir. Bu bir oyundur, oyuna gelmektir. Milliyetçilik ve ulusalcılık rakip değildir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğu kuralını etnik temele dayanarak yalanlayanlar oyuna gelenlerdir. Türk, bir etnik kimlik değildir. Türkmenlik bir etnik kimliktir. İnsanların buna alışması ve içselleştirmesi gerekmektedir. Türkiyelilik kimliğinin oluşturulmaya çalışılması, kurtuluş savaşı sonucundaki kazanımlarımızdan geri gidiş anlamına gelmektedir. Halk tarafından da kabul görmemiştir. Bunun üzerine de Kürt – Türk çatışmaları yaratılmaya çalışılmıştır. Türkiye yıllardır gerçek bir tartışma ile karşılaşmamıştır. Sağ ve sol görüşlerin ayrım noktası olan sınıf farklılığına bakışları üzerinden yıllardır bir tartışma geçmemiştir. Aslında ülkede iki görüş de kendine ihanet etmiş ve üzerlerine oynanan tüm oyunlara, tüm kışkırtmalara çanak tutmuştur. Ülkedeki kaos düzeni de en çok yeşil kuşak oluşturmaya çalışanlara yardım etmiştir. Bugün ise gerçeği görmeye başlayan kendisini ulusalcı ve milliyetçi olarak tanımlayan kişilerin yakınlaşması ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Ülkede son 2-3 yıldır yayılan dip dalgası ve öze dönüş çabalarının sonuç vermesi için kendimizi ne olarak tanımlarsak tanımlayalım, kim veya kimden olarak görürsek görelim, ister ulusalcı ister milliyetçi olalım, bizi oyuna getirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmemek için, Atatürk’ün farklılıklara rağmen ortak noktalarıyla birleştirmeyi başardığı Türkiye’nin yapısını korumak adına, öne farklılıklarımızı değil benzerliklerimizi koyarsak Tam Bağımsız kalarak yaşayabiliriz. Yoksa sadece birbirimizi yemekten ve sürünün çobanı için yaşamaktan başka işe yaramayız. Gelişmemiş insanların kendi için tek bağlayıcı sebep olarak gördükleri mezhepsel ve ırksal bağlılıklar üzerine tartışmak bize yakışmıyor. Önce bunlardan sıyrılacağız ki sonra bizi sömürenleri ve sömürü düzenin tartışalım. O gün gelince göreceğiz ki sağcısı - solcusu artık pek farklı düşünmüyor. Sömürüye karşı herkes birleşebiliyor. Tıpkı ırkçılığa, bölücülüğe bağnazlığa, dinciliğe, tarikatçılığa ve buna çanak tutanlara, bundan rant sağlayanlara karşı birleştiği gibi sömürenlere karşı da birleşebileceğiz... http://www.akademi-bulteni.com/php-files/news.php?readmore=128

Kemalizm Üzerine Yanlış Yaklaşımlar ( Bolu Olay Gazetesi 5 Şubat 2008 )

"Kemalizm'e artık aşılması gereken bir tarihi fikirler bütünü olarak bakmamız gerek." “Kemalizm olduğu sürece Türkiye’nin Avrupa’yla entegrasyonu gerçekleşemez” diyor, geçmiş yıllarda Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan, daha sonra Atılım Üniversitesi’ne, oradan da Gazi Üniversitesi’ne geçen, AKP anayasasının hazırlayıcı kurulunda görev aldırtılan Prof. Dr. Levent Köker. Üniversitede özgürlükler duyurusunda ilk sırada. * * * "Kendisini içten ve dıştan eleştiriye tabi tutarak yenilemesi gerek. Yenilediği zaman Kemalizm, Kemalizm olarak kalır mı? Kalmazsa da kalmaz..." -“Kemalistler 70-80 sene öncesinin kavramlarıyla dünya politikasını değerlendirirken, milliyetçi savunuş için buna atıfta bulunuyor.” Günümüzde Kemalizm nasıl anlamlandırılabilir? - “Artık aşılması gereken bir tarihi fikirler bütünü olarak bakmamız gerektiğini söylememiz lazım. Çünkü Kemalizm'in bütün vurgusu taraftarlarının iddia ettiği gibi bir "aydınlanmacı rasyonalizm"se bunun ideolojik saplantılardan ve "altın çağ" özlemi duymaktan veya "yeni biçimde bir dinsellik"ten uzaklaşması lazım.” Kemalizm'in demokrasiyle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? - “Demokrasi toplumu meydana getiren insanların kendi kendilerini yönetebileceklerini kabul etmeye dayanır. Kemalizm, toplumu meydana getiren insanların yoksulluk ve cehalet veya başka tür nedenlerden ötürü kendi kendilerini yönetecek nitelikte olmadıklarını kabul ederek işe başlıyor.”- “Önce insanların kendi kendilerini yönetecek kültür, eğitim, ekonomi düzeyine gelmesi gerektiğini ondan sonra onların kendi kendilerini yönetmelerine izin verilebileceğini söylüyor. Bu anlamda demokrat bir dünya görüşüyle taban tabana zıt bir varsayımlar denetiminden hareket ediyor.” - “Kemalizm bu noktada bize şunu söylüyor: "Farklı partiler ancak farklı sınıflar mevcutsa kurulur, nitekim batı ülkelerinde öyle. Türkiye’de farklı sınıflar olmadığına göre farklı partilere de gerek yok." - “Bu herhalde 1980'lere uyarlanmış bir tek parti görüşü olarak anlaşılabilir. Kemalizm bu anlamda da demokrasiyle uyuşmuyor. Uyuşması temin edildiği zamanda Kemalizm Kemalizm olmaktan çıkıyor o yüzden aşılması gerekiyor.” * * * Levent Köker’in bu sözleri, Kemalizm’i temsil ettiğini iddia edenlerin aslında Kemalizm’i ne kadar yanlış bir noktaya sürdüklerini çok açıkça anlatıyor. Haliyle Levent Köker’de fırsatı bulunca taşeronların Kemalizm algılayışına göre yorum yapıyor. -Tek parti dönemini dünya diktatörlük olarak nitelendirmezken, -Ülke büyük bir kalkınma ve çağdaşlaşma sürecine giren, -CHP döneminde 3 defa çok partili hayata geçmeyi deneyen, hatta Komünist Parti bile kuran, -Demokrat Parti’nin liberal ekonomi adına yaptığı beceriksizlikler yüzünden ülkeyi katletmesine 10 Yıl dayanan, -Dünyada halkına seçme ve seçilme hakkını kan dökülmeden kendi elleriyle tanıyan ideoloji ile; -Atatürk’ü korumak adına her bulduğunu doğrayan eli satırlıların, -80’de binlerce insanı öldüren, hapseden, işkenceden geçiren gerici kafaların, -Bugün gözbebeğimiz ordumuzu her fırsatta köşeye sıkıştırmaya çalışanların, -Mustafa Kemal’in adını ağızlarından düşürmeyip Cumhuriyetin tüm kurumlarının düşman olan ve kendisinin de yazarı olduğu Fettullah’ın gazetesindeki Kemalizm anlayışını bir tutamazsınız... Acaba birileri bunları kasıtlı olarak yapıyor olabilir mi? İyi ki kendisiyle aynı okulu paylaşmıyoruz...

Ulak Gelecek mi? ( Bolu Olay Gazetesi 2 Şubat 2008 )

“Ulak gelecek, sana kalbinin karasını gösterecek” dedi küçük Ferhat. İnandığı sade bir hikaye miydi, yoksa kendi hikayesine mi inanmaya başlamıştı bilinmez ama zulme dur demişti bir kere. O an için o minik yürekten çıkan ufacık cümle uzayda boşluğa karıştı, peşisıra gelen dayak sesiyle birlikte. Ama bu kez farklı olmakta birşeyler... Dur demekte zalime, dağlar gibi güçlü yüreğiyle. Dünyanın bir noktası. Parçası olduğu dünya kadar kirli. Korku, insanların her birinin içine ilmek ilmek işlenmiş. Ne okumaları vardır, ne okuyana saygıları. Bilgi nedir görmemişler ki ışık ile aydınlansın, söz ile feyz alsın. Bir korkudur gider, nesilden nesile işlenir, kimse sonunu bilmez, öğrenmeye yeltenmez. Bir tek köle doğan bilmez esaretin ne demek olduğunu, ama bir o yaşar köleliği. Bir cahil bilmez cehaletin ne denli kör bir karanlık olduğunu. Hiç görmemiş gözlere nasıl anlatırsın yeşili, kuşları, ağçları, gökyüzünün sonsuzluğunu. Hiç sevmemiş kalplere nasıl hissettirirsin ki aşkın en güzel yanının güneşin her sabah sevgiliye doğuşu olduğunu. İşte öyle büyük bir korku sarsa ya yürekleri. Der misiniz neden böyle oldu, kimden bilirsiniz suçu? Böyle gelmiş, böyle gider diyenlerin köyü olsun burası, bana dokunmayan yılan bin yaşasın köyü... Bilmezler ki elbet sırayla hepsine dokunacak o yılan. Sonra bir adam gelir, senden benden farksız, fukara bir seyyah, fazlasıyla sıradan. Birde genç bir delikanlı, okuyan, yazan. Babasının kahvesine hapsolmuş hayatının eksik yanını kitaplarda arayan. Ve çocuklar. Korkunun misafir olduğu yürekleri henüz kör olmamışken, yavaş yavaş inerken kalplerine analarının, babalarının tutsak olduğu parmaklıklar, bir hikaye gelir, bir ulak getirir sonsuz hayal dünyalarına. Görür o seyyah köyün karanlığını, görür ki korkular fışkırır topraklardan, görür pireler deve olmuş, keneler kan emer hepsinin damarlarından. Görür ki kurtuluş minik çarpıntılarda saklanır. Kurtuluş israf ve husumet saçan kaslı bileklerinin söz geçiremediği yerdedir. Kurtuluş fikirlerdedir. Bereketli topraklara ekilen çiçekler gibi, kurtuluş çocuklarda, gençlerdedir. Sonra anlatmaya başladı hikayesini. Kurt kuş uyuyunca, eski ahırda, el ayak çekilince toplandı çocuklar. Aileleri uyurken onlar birer birer yırtıyordu kara kefenlerini. Bir ulak düşlediler, Mehmet’in özünü, Mehmet’in sözünü almış. Bir zalim düşlediler, kocaman, ateş saçan gözleriyle onlara bakan. Ve Mehmet... Sırrı çözen, insanlara bilginin ışığını gösteren. Bir kitap yazdı, 6 kişi çağırdı gizliden, kitap çoğaldı. Ama birine fazla gelmişti karanlıktan kurtulmak. Yıllarca birilerinin ona bir koza gibi ördüğü cehaletinden sıyrılmak ağır gelmişti. Yarıda bıraktı kitabı, gitti zalime anlattı... Zulüm öyle bir kılıç ki, hem düşmanı öldürür, hem sizi. İşte o gecelerden birinde öldürdüler Mehmet’i ve 5 bilge genci. Sebep mi... Köy halkı bilinçleniyordu zalime karşı, ağalık elden gidiyor, namus elden gidiyordu... Hikaye devam etti, çocuklar dinledi, düşledi, inandı... O akşam birşey oldu, bir nur doğdu meydanda, herkes ortadayken, bir bilge geldi gerçeği gösterdi. Öyle bir rüzgar esti, öyle bir sallandı ki yer, hiçbir güç dayanamaz oldu bu kuvvete. Onlar kurtar bizi yaradan diye haykırırken o ses, siz hiç inanmadınız, siz hiç sorgulamadınız, siz hiç düşünmediniz ki dedi... “Mehmeti öldüren zalime karşı sustunuz. Yapan kadar bilip susan da günahkar, yapan kadar bilip susan da zalim” dedi... Sonra köyü bir salgın hastalık kapladı. Etleri lime lime eden “cüzzam”dı bunun adı. Sonra o köye birdaha hiç güneş doğmadı. Hikayeye inanan, bilip de susmayanlar, cehaleti alt edip bilginin ışığına koşanlar yaşarken, cehaletin pençesinde hayatları kör edenler, zulm ile insanları mahvedenler ve bilip de söylemeyenler kararan etleriyle acı içinde yaşadı. Bir deli rüzgar kaldı geriye. O da Ulak’ın adını fısıldadı, unutmayın, unutmayın diye... Ulak 1919'da da gelmişti, 38'e kadar yaşadı bu topraklarda, kendi gitti, birileri ona ihanet etti. Ama korkmak yok, ulak yine gelecek, ihaneti yok edecek ancak biz bilip de susmadığımız zaman... Çağan Irmak’ın ULAK filmi hala gösterimde. İnsancıl kalan yanınıza zaman yaratın ve mutlaka gidin görün...

Ata’ma Mektubumdur ( Bolu Olay Gazetesi 29 Ekim 2007 )

Bugün 29 Ekim Ata’m… Karamsar bir mektupla geldim sana. Gözlerim ağlamaklı, kalbim buruk bir hırs küpü. Kulağımda görünmeyen bir küpedir, hiç dinmeyen bir müziktir sözlerin. İşte bu yüzden sana acımı kalbime gömdürmeyen, beni vazgeçirmeyen sözlerinle beraber geldim. Bugün 29 Ekim Ata’m… Bir başka zaferimizin, cumhuriyetimizin yıl dönümü. Beraber dörtnala koştuğumuz savaş alanlarında, emperyalizmi ve sömürüyü dizlerinin önüne çökerttiğimiz, ama kimseyi de hakir görmediğimiz günlerin ışığında, Reis-i Cumhur’un cumhuriyeti temsil ettiği günlerden, insanlarımıza insanca yaşama şansının olduğunu öğrettiğin günlerden birinin yıl dönümü. Yıllar döndü Ata’m, tam da dediğin, tehlikeyi gösterdiğin gibi döndü. Apaçık ortada bugün, devran döndü Ata’m. Karanlık bulutlar var gökyüzünde. Geldikçe geliyor ve aydınlığın üstüne çöktükçe kararıyor bulutlar. Karşına çıkarttıklarımıza bir daha bakacağım bugün. Saygı duruşunda sıkılanlara, yanına gelen evlatlarının cenazesinde milyarlık gözlük takanlara, halk edebiyatı yapıp, halkın bir yıllık yemek parasını kolunda taşıyanlara protokol dediler, bizi geri ittiler Ata’m. Sana yakardıkça güldüler bize. Yetmedi, El-aleme güldürdüler de… Onlar ki muhasır medeniyetlere gittiler gerektiğinde. Temsil edenler gaflette, dalalette hatta hıyanette. Tam bir işbirliği içinde, papa heykelinin önünde, teröristin dizinin dibinde, şeriat sevdası kalplerinde ve üstlerinde frak. Frak ki ne frak… Çok değiştiler Ata’m Bugün 29 Ekim Ata’m. Karamsarlık boğazımızda yağlı bir ip gibi. Onlar ki, hain bir çuval pazarlığına oturdular, misak-ı milli sınırlarında madara ettiler bizi. Lisede okuduğumuz tarihe köle olduk, hepimiz Atatürkçü olduk, romantizmin doruklarında vatanı unuttuk, sözlerini hatırlamaz olduk Ata’m. Biz bize düşman olduk… Etnik kimliğimizi hatırlattıklarından beri sömürü nedir unuttuk, ırk kavramını özümsettiklerinden, yurttaşımın yerini hemşerim aldığından beri dost nedir bilmez olduk, kendimize mahalleler kurduk… Ki kazığın hasını dosttan yediğimizden beri de eski bayramları anarız… Bugün 29 Ekim. Şikayetçiyim Ata’m. Nusret mayın gemisi kadar olamadık, Conk bayırına nurlu asker ruhları indirdiler, engel olamadık. Çanakkale, gökten gelen askerlere, bulutun götürdüğü düşmanlara, yatırlara ve avro dolu katırlara esir düştü. Ellerimize ipek kelepçeler takıldı, biz ayılmadık, eşe dosta hava attık Ata’m. Şimdi, badem bıyıklar görüyorum kirli sofralarda iman pazarlarken, içki parasıyla insan araklarken. Gel de inan Ata’m, bugünün 29 Ekim olduğuna. Klasik paragraflarda içi geçmiş kelimeleri toplasan, bir kelamın etmez ki söylenen yeni bir şey de yok zaten. Sorma neden… Çünkü vurdular Ahmet Taner’i, vurdular Uğur’u, Muammer’i, Bahriye’yi… Onları biz öldürdük, affetme bizi. Bugün 29 Ekim. Terörün ellerindeyim… Gözlerim ağlamaklı, gözlerim kan çanağı, gözlerim yaşlı… Genç bir yüreğim, büyük bir önderim olmasa inan dayanamaz yanına gelirdim. İşte onların ihanetidir beni hayatta tutan. Bir sonraki 29 Ekim’i görme azmidir beni ülkeme bağlayan. Bugün 29 Ekim Ata’m… Var olmuşluğunu bildiğim her geçen gün daha güçlüyüm inan… Elimde mendil olacak anıtına çelenk koyarken, deleceğim protokolü, yanına geleceğim ve gözyaşlarımla ıslattığım o mendil olacak sana verdiğim son sözüm… Dönüş yok… Ya istiklal ya ölüm…

09:05’te Doğmalı ( Bolu Olay Gazetesi 10 Kasım 2007 )

Bugün saat 9:05 itibarı ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük kısmı bir riyakarlık sahnesi sergileyecek. Bu benim şahsi görüşüm olmakla beraber kendimi Aziz Nesin gibi hissetmiyorum. Neden derseniz, o benden daha iyi bir tahminci. Ama bugün benim derdim Atatürk’ün aramızda olmayışı değil. Hiçbir zaman da bu bana bir dert olmadı.Benim derdim bir Atatürk daha çıkması da değil. Keza bu topraklar bir Atatürk daha kaldıramaz. Yeni dünya düzeni de buna pek izin vermez zaten. Benim istediğim, Atatürkçüler çıkması da değil. Artık Atatürkçü olmak bir özellik de değil zaten. O kadar sıradanlaştı ki. Romantik oldukları su götürmez bir gerçek.Benim isteğim bu topraklarda Kemalist toplumbilimciler yetişmesi. Ben, Kemalizm’i diline dolayan değil, kalbinde saklayan, beyninde kurgulayan, değiştiren, geliştiren ve halkına doğru anlatan partiler ve liderler istiyorum. “Biz Kemalist’iz” yalanını artık yemeyen bir halk istiyorum.Kemalizm’i ideoloji olarak değil, bir davranış biçimi, bir hayat görüşü, düşünce sistemi olarak gören insanlar istiyorum ben.Her 10 Kasım’da daha da çok istiyorum...Artık bıktım ellerinde hançer, her 10 Kasımda Atatürk’ü anarken, aslında onu öldürenlerden. Nedir bu bilinçsizlik? Yüksek makamların üstün bilgeleriymiş gibi davrananlar, halka verip talkımı, kendi yutarken salkımı, bu Atatürkçü geçinenlerden gına geldi. Mesela size Atatürkçü nedir, nasıl Kemalist olunur, bu davranış biçimine nasıl dönüştürülür, dilim döndüğünce anlatayım.Bir gün bir Vali Yardımcımızı ziyarete gitmiştim. Sıcak kanlılığı ve geleceğimizi gençlerde görmesi beni çok mutlu etmişti. Kendimi bildim bileli devlete büyük bir saygı ile yaklaşmışımdır. Ki işte o gün bu saygım daha da arttı. Engelli bir genç arkadaşım vardı, benim gibi ziyarete gelen. Engeli bedeninde olan, yüreği tertemiz, tüm sağlıklılardan daha da insan olan bir arkadaşım bekliyordu kendisini.İçeri girmeden biraz konuşma fırsatımız oldu. Kendisi devlete sığınmıştı ama yardıma ihtiyacı olanları kucaklaması gereken devlete... İşte o sırada, dağ gibi güçlü, kaya gibi sert olan devletin, en şefkatli anını ve engelin bedende değil, çok akıllı geçinen beleşçilerde olduğunu gördüm. Çalışmak istiyordu genç arkadaşım. Her türlü engeline, hayatın bütün zahmetine aldırış etmeden, yaşamın hakkını alın teriyle almak istiyordu. Banka hortumlamak, şirket dolandırmak, çalmak çırpmak değil, emeğiyle kırmak istiyordu zincirlerini. Hayalperest diyen de oldu bana, romantik de... Ama ben inatla bunu anlatmak istiyordum.Kemalizm hayata karşı bir duruş, bir algılama, bir inanış meselesiydi. Kemalizm bir insanlık meselesiydi bence. Ve o gün, o Vali Yardımcımızın, engelli arkadaşa yaklaşımında hayat buldu Mustafa Kemal.İşte o günden beri artık bir nedenim daha var umutlanmak adına. Ben, yitirilmiş her günün, kendi hayatımızdan çalındığına değil, başkalarının hayatından çaldığımıza inanmaktan yanayım,Boşa giden her kelamın iletişmek için bir köprü değil, ilerleyişi engelleyen bir duvar olduğundan yanayım,Elimizdeki her anın, bizim için değil, insanlık için bir fırsat olarak görülmesinden yanayım... Bugün 10 Kasım. Ben her gün yeniden doğmaktan yanayım

Prangalara Vurulmuş Özgür İnsanlar ( Bolu Olay Gazetesi 24 Kasım 2007 )

“Okulda defterime, sırama ağaçlara yazarım adını Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarım adını Yaldızlı imgelere, toplara, tüfeklere, kralların tacına En geüszel gecelere günün ak ekmeğine yazarım adını Tarlalara ve ufka, kuşların kanadına, gölgede değirmene yazarım Uyanmış patikaya, serilip giden yola, hıncahınç meydanlara adını... Hey özgürlük...” En sevdiğim türkülerden biridir, büyük usta Zülfü Livaneli’nin sesinde güzelleşir özgürlüğün o dayanılmaz ağırlığı. Benim de cevabını aradığım soru özgür olup olmadığımız değil. Ben bu ağırlığın sebebinin peşindeyim. Evet, özgürlüğün dayanılmazlığı hafifliğinde değildir, özgürlük ağır bir şeydir. Sorumluluk gerektirir. Ayağınıza prangalar takar özgürlük.O prangalar ki, bazen adı taşrada inek sağan, kocasına 12sinde satılan bir kız olur, bazen Afrika’da babası maden ocağında çalışan bir oğlan olur, bazen madencinin ta kendisi... Özgürlük böyle inciticidir işte. Kör bir ressamın parmaklarındadır özgürlük, sağır bir müzisyenin aletinden tınıları duyulur, ağlayan bir bebeğin ağlama hakkında haykırır, kır zincirlerimi, özgür bırak beni diye. Özgürlüğün kendisi tutsaktır aslında. Dünya acınacak halde değil mi? Kimdir bu milyarderler, kimin parasını kazanırlar, 7 ceddi fakir olandan ne farkı vardır bunların? Kolundaki 5 para etmez taşlarla yapılmış bileziğiyle annesinin kucağında sessizce dünyayı algılamaya çalışan, yüzünde, hayatında henüz 2 yıl geçirmiş olsa da, aldırış etmekten bıktığı sineklerle, milyarlık bir deklanşöre bakan çocukta mıdır özgürlük? Yoksa ülkesinde çıkarılan elmasları hangi Avrupalı’nın, hangi Amerikalı’nın takacağını umursayamadan, sırf ekmek parasına çalışan babasında mı?Özgürlük dediğinin, bir resim kadar anlamlı. Afrika’da kendi ülkesinde elması çıkaran aç, maden ahibi tok, elmaslı gerdanlığın sahibi ise “Duyarlı Trilyoner”. İşte özgürlüğün anahtarı bu kadar ağır... İşte özgürlük, sahip olan için değil, başkalarını özgür kılan için ağır.Özgürlük benim için ağır... Dünyanın bir yerinde binlerce çocuk aç olduğu için, hala bir kadın 300 YTL’ye kocaya satıldığı için, yaratılan ırk saçmalığından dolayı insanlar birbirini dinlemeden önce öldürdükleri için, insanlar para kazanmak adına uyuşturucu ürettikleri için, Kanal 7’leri zengin etmek adına dini sömürdükleri için, tarikat şeyhleine kız pazarlamak için sıraya girdikleri için, yediği domatesi üretene “Al ananı git” dedikleri, mehmetciğe kelle, katile sayın dediği için... Bunları kaldıramadığım için ağır... Ama özgürlük esas kime ağır biliyor musunuz?Özgürlük, bu olanları bilipte bilmezden gelenlere, televizyonlarda, eş dost toplantılarında onlara acıdığını söyleyenlere, 5 defa cip yakıp hala milyarlık cipler alanlara, hayırsever trilyonerlere, el etek öptürüp Müslüman ayağına yatan şeyhlere, uyuşturucu parasıyla, karaparayla hayır kurumu açanlara ağır, bunlara inananlara ise daha ağır... Ama onlar bir şeyin farkında değiller. Koyunlar da özgürdür. Hemde anlamadıkları kadar... “Camların boyununa, uyanık dudaklara yazarım adını. Yıkılmış evlerime, sönmüş fenerlerime, Derdimin duvarına yazarım adını. Bir sözün coşkusuyla dönüyorum hayata. Senin için doğmuşum haykırmaya... Hey özgürlük...” Ben açlıktan ölmek üzere olan son çocuk da doyana kadar özgür olamam. Ya siz?

Ölmeyenler ve Öldürenler... ( Bolu Olay Gazetesi 09 Ekim 2007 )

Özel bir kargo şirketinin getirdiği paketten, en sevdiği hediyelerden birinin çıkacağını umuyordu, yaşını almış ama asilliğini hiç bozmamış o çağdaş kadın... İçinde attıkları süphe tohumlarına inat, her bayanın hoşlandığı süprizlerin, insanı mutlu etmesi gerektiğine inanıyordu. Elden bırkılmaması gereken tedbir, bazen bir kitap sevincine yenik düşerya, işte o anlardan biriydi.Paketi teslim aldı, evinin önüne çıktı, kapıyı çekti. Pakette ne olursa olsun evdeki kızına birşey olmasından korktu. Hiç bilemeyeceğiz, belki o kitabı ısmarlamıştı veya bir dostu ona bu kitabı yollayacağını söylemişti, belki de birileri böyle birşey olacağını haber almıştı hain kaynaklardan.Ama bir gerçek var ki komplo çoktan kurulmuştu ve sarıklı, cübbeli maşaları ellerine alan kim olduğu belirsiz(!) kişiler, bir can daha almak için saniye sayıyorlardı ellerini ovuşturarak.Bahriye ise kapının önünde paketi açmak üzereydi. Ama zaman her zamanki gibi yapacağını yaptı ve yine durmadı yine durmadı...Mahalle önce gümbürtüyle sonra acı bir çığlıkla sarsıldı. Örtünmenin dinimizde şart olmadığını savunan bir aydının yani Laik Türkiye’nin iki bacağı ve kolu kopmuştu. Hastanede ameliyata alınamadan hayata gözlerini yumdu...Peki Bahriye Üçok neden öldürüldü kaç kişi biliyor bugün?İsterseniz biraz hatırlatayım...Yüksek öğrenimini Ankara Dil Tarih ve Cografya Fakültesi Ortaçağ Türk-İslam Tarihi Bölümünden alırken, aynı zamanda Devlet Konservatuari Opera bölümüne de devam etti ve bu bölümü de bitirdi. 1953 yilinda Ankara Üniversitesi Ilahiyat Fakültesinde Ögretim Üyesi oldu (aynı zamanda bu fakültenin ilk kadin öğretim üyesidir) Üçok, Kur-an-ı Kerime bağlı kalarak İslâm dinini çağdaş, gerçekçi ve dinin özünde bulunan hosgörüyle yorumladı. Bu nedenle 1960’lı yillardan itibaren tehditler almaya basladı ve kendini güvencede hissetmedigi için akademik çalismalarına ara vermek zorunda kaldı. CHP ve SHP’de kurucu üyelik ve milletvekilliği yaptı.Öldürülmesine esas neden olan ise, 1989 yılında bir açık oturumda yaptığı konuşması oldu. O gün, İslam’da örtünmenin şart olmadığını söyledi ve bir yıl boyunca İslami Hareket ögrütünden tehditler aldı...Sonrası malum...Evet hiçbir zaman kanıtlayamayacağız kimin yaptığını. Her 6 Ekim günü kalplerimizde bombalar patlayacak ve biz hep mağrur bir gurur duyacağız belkide ama unutmamak gerekir ki,BİR AYDIN BEDENİ İLE DEĞİL, FİKİRLERİ İLE YAŞAR. FİKİRLERE KURŞUN GEÇMEZ, BOMBALAR ETKİ ETMEZ.Eğer bir gün Bahriye Üçok hatırlanmaz olursa, Ahmet Taner Kışlalı okunmaz, yeni Uğur Mumcu’lar çıkmazsa esas katiller o zaman bulunur. İşte o zaman bizlerin hüküm giyme zamanı gelir...Az önce televizyondan bir haber geçti ve ÇYDD Şişli Şubesi Başkanı, çok sevdiğim bir büyüğüm ve Bahriye Üçok gibi tam bir Cumhuriyet Kadını olan Ersin Aşlamacı, bir gerçeği yüzümüze vurdu... “ATV ve Star’da eğlence programlarını protesto edelim, şehitlerimize saygısızlık yapılıyor”Evet o sırada 13 askerimizin, gencimizin, herşeyi geçtim 13 insanın teröristler tarafından öldürüldüğünü yazıyordu kanallar flaş(sanki Türkçesi yok ya) haber olarak.Diğer yanda ATV ve Star televizyonlarında eğlenceler devam ediyordu. Hem nasıl olsa ne askerlik yan gelip yatma yeriydi ne de ölen kendi çocuklarıydı. Onlar fakir ve ufak insanların evlatlarıydı. Ölenlerin ruhlarına “Çakkıdı” yollarken, ağlayan insanlar, yıkılan ana babalar bu kadar mı değersiz. İşte hain kumandanızın ucunda...

Saygılarımla... ( Bolu Olay Gazetesi 01 Kasım 2007 )

Sizlere benim güvercinle yaşadığım bir başka anımı anlatmak istiyorum. Günün birinde genç bir güvercinin babasına yazdığı mektuptan bahsetmiştim. Uçmay, kanadı kalleş karga tarafından kırılmış babasının azminden ve korkularından öğrenen bi güvercinin, Kasım 2002’de kaybettiği babasına günümüzü anlatışının hikayesiydi.İşte geçen gün aynı güvercin yine odamın camına geldi. Bu sefer umut üstüne konuştuk... Ve hayatın bitmeyen rövanşlarından... Bunların içinde umut aradık.Dediğine göre artık daha yükseklerde uçuyormuş. En büyük hedefi de kartal olmakmış. Bizimki bazen güvercin olduğunu unutur ama affedin artık.Keza bizim genç güvercin, karanlıkta umutlar yaratmayı, yenilgisine sebep başkası bile olsa hayata her yenilgide daha sıkı tutunmayı bildiğini iddia eder. Onun için de hep birilerine teşekkür eder.O gece hava yağmurluydu ama biz üşümedik, ben içeri davet etmedim güvercini, beraber dışarı çıktık, yağmurda dolaştık. Başladı anlatmaya...“Dedemin genç olduğu zamanlarda güvercin yuvaları yine varmış. Ama kendi evini bitiren güvercin yandakine çalı çırpı toplarmış. Tabi kargalar da varmış o günlerde ama bundan 84 yıl önce büyük zafer kazanmışız, kargalar o zamanlarda şehir dışından gelirlermiş. Hoş sağolsunlar her şeyi harap edip bırakmışlar ama bizimkiler yani dedem ve arkadaşları el ele vermiş, bebek güvercinleri sırtına alan anneler bile oradan oraya koşmuş, yan evi, bir yan evi, yan mahalledeki evi yapmak için yardım etmiş. O aralar bir kuş turü daha varmış, akbaba derlermiş, canlı olanları yemezmiş. Çok methini duymuş dedem ama hiç tanışmamışlar.Bizimkilerin çok yorulduğu günlerden birinde, bu akbabalar bir aracı ile bizim köye erzak ve kaliteli solucanlar getirmişler, biz yiyelim diye. Dedem derdi ki, kendileri de yemek bulurlarmış yeterince, beraber yaşadıkları için kimse aç kalmazmış, ama bizim güvercinler pek sevmiş bu kaliteli yemekleri. Bedava da olunca başlamışlar bol keseden yemeye. Çok da sevmişler.Ama biri çıkmış demiş ki, “Siz akbabalara yem olacaksınız. Sömürecekler sizi, kendileri öldürmese bile birine öldürtüp yiyecekler sizi.” Dedem güvercin için çok “Hikmetli” bir adamdı derdi ama sonra öğrendim ki vatan hainiymiş. Yurt dışında ölmüş ama hala hainlik edermiş.Neyse gel zaman git zaman bizimkiler hep o güzel yemeklerden yemiş ama şart koşmuş akbabalar, sen üretme biz veririz diye. Onlar vermiş bizimkiler yemiş. Babam da üretmeden olmaz, biz üretelim, biz yiyelim dediği için kaç kez dayak yemiş, bu yüzden 27 yıl önce kanadı kırılmıştı hatırlarsan.Bunun anlattım çünkü geçen gün arkadaşlarım konuşurken duydum. Hepsi “Ben de karga olacağım, ben de akbabalar diyarına gideceğim, orada herkes zenginmiş” deyip dururlar.Ama bence aslolan kalmaktır. Bu yuvaları kuran güvercinlerin çalı çırpısı yokken yaptıklarının onda birini yapmaktır. Düşünsene Çağlar” dedi... “Biz kalmazsak, biz üretmezsek bizim çocuklarımız ne yapsın? Biz bunları geliştirmek için burada kalmazsak, bizim torunlarımız bunu nasıl bulsun?”Sonra anladım bu güvercin neden kartal olmak ister. Ölüye bedavadan konan akbaba veya onun bunun artığından faydalanan karga olmak değil de, yemeğini kendi avlayan, en yükseklerde uçan, iyi olan düzeni kuran kartal olmak ister.Sonra dedi ki...“ Beni bunun için kutlaman, bana yapacağın en büyük hakarettir. Sen benim yanımda olmadıktan sonra, biz beraber hareket etmedikten sonra, bana yapacağın her alkış, benim kulaklarımın duymamasından başka bir sonuç yaratmayacaktır. Benim teşekküre, takdire ihtiyacım yok, ben sen demesen de ben olarak kalacağım zaten. Ama biz beraber yürürsek, omuz omuza verirsek, kartal da oluruz, kral da. İşte bunun için beni tebrik etme, hakaretten sayarım...”Elimde umut var, bir de küçük yenilgi ve bir teşekkür. Her gidiş dönüşün başlangıcıdır ve ev, insanlara değil, insancıl fikirlere çatı olursa evdir...

Kubilay Unutulur mu? ( Bolu Olay Gazetesi 25 Aralık 2007 )

Tarih 23 Aralık 1930. İzmir Menemen'de bir genç, kalabalık bir grup tarafından hunharca katlediliyor.Menemen Cumhuriyet Savcısı, Savcı Yardımcısı ve Hükümet Tabip Vekilinin hazırladıkları raporda, Kubilay'ın Gazez Caminde katledilmiş olarak bulunan bedeni, şöyle tasvir ediliyor:"Gazez Camisi girişinin sol tarafındaki bahçede arkası üstü yatık, sağ tarafında kasaturası kınından çekik bir halde, elbiseleri kanlı, başı boynundan ayrılmış ve etrafındaki toprakta çok fazla kan lekeleri bulunan, tahminen 25 yaşlarında, üzerinde haki renkte askeri elbise olan; orta boylu, kumral benizli, saçları az ağarmış cesedin, Menemen'de 43'ncü Alay 1'nci Tabur 3'ncü Bölük Takım Komutanı Yedek Subay İzmirli Hüseyin oğlu Kubilay olduğu anlaşılmıştır."23 Aralık 1930 günü eyleme geçilmesinin kararlaştırıldığı ve eylemcilerinbaşlarında mehdi Mehmet olmak üzere Menemen'e sabah ezanı sırasında gelerek Müftü camisine girerler, camide bulunan sancağı alıp mehdi, halkı kendilerine katılmaya davet eder ve şunları söyler. "Taraf-ı ilahiden geliyoruz. Şeriat istiyoruz. Askerin kılıç ve kurşunu bize işlemez. Herkes bu bayrağın altından geçecektir. Geçmeyenleri kılıçtan geçireceğiz. Bugün zeval (öğle) vakti yetmişbin kişi bize yardıma gelecektir."Kendilerine katılan grupla birlikte eylemciler, sokaklarda dolaşıp herkesin dükkanlarını kapayarak peşlerinden gelmelerini söyleyerek yürüyüşe geçerler.Eylemcilerin bulunduğu grup, Belediye binasının önüne kadar gelir. Kalabalık artar. Mehdi Mehmet kendisinin mehdiliğine ve şeriati yerine getireceklerine dair halka hitap eder ve askere:"Ben mehdiyim. Şeriatı ilan ediyorum. Bana kimse mukavemet edemez" diye cevap verirken, kalabalıktan alkışlar yükselir. Herhangi bir üzücü olaya meydan vermemek için, Bölük Komutanı hükümet binasına gelerek 43'ncü Piyade Alayından takviye kuvvet ister.Bu sırada Alay Komutanlığında eğitime çıkmak üzere hazırlanan Yedek Subay Mustafa Kubilay'a bir müfrezeyle olay yerine gitmesi emredilir. Cephane almadan hemen hareket eden müfrezeyi, Yedek Subay Mustafa Kubilay, halkla bir çatışmaya meydan vermemek için askerlere süngü taktırarak alandaki kahvenin önüne bırakır ve kalabalığa hitap eden eylemcilerin yanına gider. Mehdi Mehmet'in yakasından tutarak silahını teslim etmesini ister. Eylemcilerin arasından ateş açılır ve Mustafa Kubilay yaralanır.Yaralanan Mustafa Kubilay, hemen yakındaki caminin avlusuna doğru koşar. Bu sırada bir el daha ateş edilir ve Mustafa Kubilay avluda yere düşer. Cephaneleri olmayan müfrezedeki askerler geri çekilirler. Mustafa Kubilay'ın düştüğünü gören mehdi Mehmet, yanındakilerden birisinin bıçağını alarak avluya gider. Yerde yatan ve henüz ölmemiş olan Mustafa Kubilay'ı sürükleyip, bir ayağı ile vücuduna basmak suretiyle yüzüstü yatırıp bıçakla boynundan keserek, başı alır ve saçlarından tutarak taşa vurduktan sonra meydana tekrar dönüp, camiden aldıkları sancağın ucuna geçirir. Sancağı ucunda takılı başla birlikte orada bulunan elektrik direğine bağlayarak halkı tam anlamıyla etkilemek isteyen eylemcilere, Kamil adlı bir kişi nasıl yardım ettiğini şu sözlerle anlatmaktadır: "O gün ben evvela evime gidip korkmamalarını söyledim. Sonradan ikinci defa bunların yanına gelip halkın arasına karıştığımda, biraz evvel ellerinde getirdikleri zabitin (subayın)kafasını sancak ağacının ucuna geçirdiler. Sancağı oradaki direğe bağlamak için ahaliden ip istediler. Ben, derhal koştum, dükkanımdaki küçük bir ipi alıp silahlılara verdim. Bu iple Zabitin başı bulunan sancağı direğin yanına dikip bağladılar."Olayın görgü tanıklarından, Menemen'deki telgraf memuru Nail Bey, Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay'ın nasıl öldürüldüğünü şöyle anlatıyor:"Kubilay Bey'in kumandasında bir müfreze geldi. Müfreze komutanı evkaf kahvesi önünde askeri durdurup 'süngü tak' emrini vererek, kendisi Şakilerin yakasını tuttu. Asker süngü taktı. Onlar dönmelerine devam ediyorlardı. Maarif kahvesinin önündeki büyük ağacın hizasına geldiler. Diğer arkadaşı bunları o vaziyette görünce, Kubilay Bey'i arkasından bir silahla vurdu. O anda yere düştü.Onbeş saniye kadar yerde kaldıktan sonra, kalkıp doğruca cami tarafına koştu. Bir kısım halk bunu görünce dağıldı. Telgrafhaneye de bir kısmı girdi. Onları dışarı çıkarttım. Bu sırada adamlardan ikisi kayboldu. Biz kaçtıklarını zannettik. Biraz sonra saçından tutulu olduğu halde, zavallı Kubilay Bey'in kesik kafasını getirdiklerini gördük. Ellerinde sancağın ucuna kafayı geçirirlerken bir şeyler söyleyerek eğildiler. Kesik başın, elektrik direğine bir kırmızı kuşakla bağlandığını gördüm. Kubilay Bey'in başı asılı olduğu halde meydanda dönüyorlardı."Bu vahşeti gerçekleştirenler hangi tarikata bağlıydı? R. Tayyip Erdoğan, Hüseyin Çelik, Abdulkadir Aksu, Turgut Özal, Kadir Topbaş, Barzani ve daha birçoğunun bağlı olduğu tarikat... Nakşibendi tarikatı mensupları öldürdü Kubilay'ı.Aklınızın bir ucunda bulunsun istedim...

Fazıl Say Olayına Farklı Bir Bakış ( Bolu Olay Gazetesi 29 Aralık 2007 )

Giriş yapma gereği duymadan konuya hemen girmek istiyorum. Bence Fazıl Say’ın açıklamaları eksik yorumlanıyor. Söylenen sözlerin, getirilen açılımlaın çoğu yüzeysel. Belki çok büyük bir söz ama kendisi de bunun farkında olmayabilir çünkü birazdan yazacaklarımdan da pek bahsetmedi.Bu yazıyı yazdığım gece, Fazıl Say “Genç Bakış” programına bağlandı çünkü konu kendi üzerinden gidiyordu. Birçok haklı noktaya değindi, hatta Osman Yağmurdereli’ye “Göbeğini kaşıyan adam” diyecek kadar açık sözlerle belirtti fikirlerini.Hangi programı seyretsem Fazıl Say haklı, hak verenler büyük çoğunlukta. Peki onu da ülkeden kovan partinin oyu kaç? %46+küsürat.Sormazlar mı adama, madem oylamalarda %70 ile Fazıl Say haklı çıkıyor, peki bu %46 küsür oy nereden geliyor? Kim veriyor bu oyları?Bu durum halkın sanattan, sanatçıdan ne kadar uzak olduğunun göstergesi. Bu durum, Ülkemizde Sosyal Buhran Yaşandığının İfadesi.Ülkenin sanatçısı olmak için, ülkenin takdir ettiği bir insan olmak gerekmez mi? Gerekir, zaten Fazıl Say takdir ediliyor. Fazıl Say takdir ediliyor da takdir edenler kimler?Düşünelim, Say’ı haklı görenlerin kaçı, en bilinen eserlerinden biri olan Nazım Hikmet Orotoryosu’nu dinledi? Haydi onu geçtim, ülkemin geri bırakılmış bir köyündeki adam ne bilsin Fazıl Say’ı? Klasik müzik’ten ne anlasın adamcağız, düşmüş kendi boğazının derdine, deli gibi çalışıyor (bu bakış bir kentli bakışıdır). Şimdi bu durumda kim belirliyor, kimin haklı olduğunu?Bir başka yönden bakalım. Fazıl Say’ın yaptığı klasik müzik, Batı müziğine ait bir tarzdır. Gelişimini de Batı’da sağlamıştır. Şeriat’a göre bu müziği yapma yasaktır. Komünist Çin’de ise evinde keman bulunduranlar idam edilmiştir. Kim iddia edebilir, bizim toplumumuzun genelinin Batı medeniyetini de özümseyebildiğini? Peki o zaman, bu toprağın müziği olarak kabul edilmeyen bir müzik tarzını ifa eden bu kişi ile %46 küsür oy alan iktidarın temsil ettiği zihniyet arasındaki sorunda, kim belirliyor kimin haklı olduğunu?Fazıl Say’a inanılmaz bir destek var da kimden? Eğitim düzeyi yüksek olan kesim ve güç kazanan, belli cemaatlerde sözü geçen kişilerin temsiliyetindeki grup dışında bu tartışmaların içinde kim var? Hoş, terör dışında hangi konuda bu iki kesimden başkası tartışıyor ki?Biri, Say’a destek veren eğitim düzeyi daha üste çıkabilmiş olanlar. Oyları kaç, kimi temsil edebiliyorlar, kim onların dilinden anlıyor ve onlar kaç kişinin dilinden anlayabiliyor?Say’a hak vermeyen, birebir polemiğe girişen kesim, çoğunluğu temsil ettiğini kanıtlamış kişiler. Başbakan, Milli Eğitim Bakanı, bu işin borazanlığını üstlenen Abdurrahman Dilipak ve onun gibiler. Kaçı klasik müzik dinlemiş, kaçı Batı kültürünü de özümseyebilmiş?Fazıl Say konusuna derinlemesine indiğinizde görülen çok başka. Aklımdaki tespitlerden üçü:1) Dünyanın kabullendiği Fazıl Say’ı halkı ve temsilci belirledikleri kabullenememiş, anlayamamış, dinlememiş, dinletmemiş.2) Fazıl Say’ı haklı bulanlar, eğitim düzeyi gelişmiş insanlarda çoğunlukta ve onu ülkeden kovan Başbakan’ın temsil ettiği zihniyet aslında eğitim düzeyi GELİŞTİRİLMEMİŞ insanlardan oy almış. Arabeskçi, popçu, şovmen tayfasını tümden sanatçı belletmişler.3) Halk aydınlarından o kadar korapılmış ki, aydınların büyük çoğunluğunun kuvvetle birleştiği Fazıl Say’ın haklı olduğu görüşü, halka çok uzak. Demek ki bu aydınlar halkının aydını değil ve halkını aydınlatamıyorlar.Hayır onlar gayet düşünen insanlar da bu ne karanlık bir zihniyettir, bu adamlar Mustafa Kemal’in çocuklarının zihnini nasıl bu kadar kararttılar? Eğer Atatürk sanatın bir ülkenin en önemli damarı olduğunu söylediyse, ya koparanlar suçlu ya da Atatürk...

Hablemitoğlu’nu Ararken… ( Bolu Olay Gazetesi 17 Aralık 2007 )

Yarın 18 Aralık... Yani Türkiye'nin binbir zorluklarla yetiştirdiği bir bilim insanını hain bir saldırıya kurban verişimizin yıl dönümü. 2002'nin Aralık ayında, soğuk bir kış akşamında, arabasından indiği sırada, çok sevdiği eşinin ve kızlarının yanına giderken daha önce onlarca defa karşılaştığımız gibi bir sonla bitirdiler o dolu dolu geçen yaşamı.Yarın Necip Hablemitoğlu hocamızın katledilişinin yıldönümü. AKP Hükümeti'nin seçimi kazandığı günden tam 45 gün sonra. Büyük talihsizlik. Tayyip Erdoğan'a göre "Ülkenin huzuruna sıkılan bir kurşun." Bana göre ise "Aydınlık için çırpınan Türkiye'de yapacakları yaptıklarından daha büyük olan bir insanın susturulması."Size biraz Necip Hablemitoğlu'ndan bahsedeyim. Doğduğu, büyüdüğü yeri değil, anmamız ve anlamamız gereken kısmını, eserlerini anlatacağım. Birçok çalışması, özellikle balkanlarda yaşayan Türkler konusunda çok başarılı incelemeleri ve kitapları olmasına rağmen, ben iki önemli kitabından bahsedeceğim.Birincisi "Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası." Hatırlarsınız, yıllar önce Bergama'da altın çıkarılırken bir grup köylü aktivist çevreyi korumayı görev bilmiş ve o zaman için çok farklı eylemler yapmışlardı. Altın çıkarılırken kullanılacak siyanürün bir çevre felaketine sebep olacağını, Ege Denizi'ni ve İzmir çevresini kirleteceğini söylemişlerdi.Fakat raporlar aynısını söylemiyor, bu sırada da eylemler öncesi ve sırasında Alman Vakıfları bölgeye sistematik ziyaretler düzenliyorlardı. Medya mışıl mışıl uyurken! bu durum birilerinin dikkatini çekmişti. Necip hoca kitabında bütün Alman Vakıflarının kirli yüzlerini ve kimlerle çalıştıklarını kitabında tam anlamıyla deşifre etmişti.Konrad Adenauer, Heinrich Böll gibi Alman Vakıflarının hangi siyasi partilerin, hangi gizli servislerin arka bahçesi, daha doğrusu maşası olduğunu, bunların ülkemizde ne gibi kirli işler çevirdiğini ortaya bir bir döküyordu...Bu ona yetmemişti. Ardından en çok ses getirecek kitabını yazdı. Kitabın adı "Köstebek" idi. Bütün okurlarımızdan rica ediyorum, o kitaba mutlaka ulaşsınlar. Ulaşamayanlar benim e-postama mesaj atarlarsa elimden gelen yardımı göstereceğim. Mutlaka okunması gereken bir kitap.Emniyet gün geçtikçe kirleniyor, gencecik emniyet mensupları ışık evlerine gidiyordu. İstanbul zaten elden gitmişti, Ankara Emniyet Müdürü ise direniyordu. Laik Türkiye'nin kaleleri zaptedilirken, Fettullah'ın en güçlü olduğu devlet kurumu olan polis teşkilatında, hem de Ankara'da Cumhuriyetçi bir müdür olamazdı... Fettullahçı Polis Akademisi mezunlarının atamalarında masa altlarından özel atama kağıtları çekiliyordu, dönemin İçişleri Bakanı'nın desteğiyle Atatürkçü Derneklere baskınlar düzenleniyor, birşey bulamadıkları için Samanyolu Televizyonu'nda suçlayıcı, iftiralarla dolu programlar gösteriliyordu. Necip Hoca bunu yazdı...Ve dedi ki,"Yıl 2002. Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor... Geçtiğimiz yüzyılın başında, Derviş Vahdeti, Sait Molla, Dürrizade Abdullah, İskipli Atıf gibi mürtecilerin tasviyesi üzerine Cumhuriyet kurulmuştu.Bugün, küreselleştiği iddia edilen dünyada, gerçek anlamda küreselleşen Türkiye vatandaşı mürteciler, İngiltere'nin yanı sıra ABD, Almanya, Suudi Arabistan gibi ülkelerden yönetilmeye, yönlendirilmeye devam ediliyorlar. Yalnız bir farkla ki ABD'den gelen kimi müridler Türkiye'de milletvekili seçilip "Türban Krizi" yarattıktan sonra, tekrar anavatanlarına dönerken, kimi dervişler de milletvekili olmadıkları halde Türk hükümetine dışarıdan bakan olarak girebiliyor, yabancı taleplerin takipçiliğini yapabiliyor. (...)Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık ve hazin dönemini yaşıyor. Bir taraftan, Türkiye Cumhuriyetini koşulsuz savunan, Atatürk ilke ve devrimlerinin sahibi ve takipçisi, aydınlanmacı, tam bağımsızlıkçı, sömürüye karşı barıştan yana yurtsever, ilerici, ulusalcı kesim var. Ancak ne bir siyasal partiye, ne bir basın yayın kuruluşuna ne de kendilerini destekleyecek sermaye gücüne sahipler. ülkenin elden gidişini sessiz çığlıklarla seyrediyorlar.Mumcular, Üçoklar, Aksoylar, Kışlalılar ve olup biteni izleyen milyonlarca örgütsüz dağınık Türk yurtseveri !Karşı tarafta ise, ülkeyi etnik ve mezhebe dayalı olarak bölmeye, yer altı ve yer üstü ekonomik kaynaklarını pazarlamaya, din devleti kurmaya ve halkın dinini sömürmeye, hatta Cumhuriyetin başına numara koymaya kararlı zengin, güçlü, dış destekli, örgütlü vatan hainleri ve peşlerinden sürükledikleri ulusal bilinçten yoksun diğer bir kesim.Türkiye'deki tüm ulusalcıları, Fethullahçı tehlikeye karşı çok geç olmadan birlikte hareket etmeye; istihbarat birimlerindeki Fethullahçı unsurların temizlenmesi için kamuoyu oluşturmaya çağırıyorum."Necip Hablemitoğlu'nu birebir olarak hiç tanıyamadım ama eşini, Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu'nu yakından tanıma şansına eriştim. İnsan böyle yurtseverleri tanıyınca daha iyi anlıyor, düşünmenin ne kadar zor, korkunç ve cesaret verici bir gurur kaynağı olduğunu...Unutmayın! Aydınlar fikirleriyle yaşar, bedenen öldürülseler bile fikren öldürülemezler... Bir gün aydınlarımızın fikirlerini unutur ve unutturursak, onların katilleri, o beş para etmez tetikçiler değil, bizler oluruz...

Hukukumun Üstünlüğü ( Bolu Olay Gazetesi 08 Aralık 2007 )

Aylar önce Hukuk Garabeti başlıklı bir yazı yazmış, AKP’nin hukuk anlayışında önemli eksiklikler olduğundan bahsetmiştim. Aslında kadrolarında değerli hukukçular var, işlerini de iyi biliyorlar ama sanırım biraz fazla biliyorlar. Daha doğrusu kılıfını iyi uyduruyorlar. Tabii ki kendilerince...Görünen o ki AKP kadrolaşması her yeri sarmakta. Biraz sesinizi yükselttiğinizde size “Zamanında Herkes Yaptı”, “Ne Yani İstediğimiz Kişilerle Çalışmayacakmıyız” veya “Yok Öyle Birşey Nerden Çıkaryorsun?” gibi sözler söylüyorlar.Demokratik ülkelerde birbirinden ayrı olması gereken 3 büyük güç vardır hatırlarsanız. Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş değil, Yasama, Yürütme ve Yargı.Şimdi AKP hükümeti yasama ve yürütmeyi tekeline aldı. Ülkenin direncini düşürmek için bir nokta kaldı onu da yakın zamanda kendilerine bağlayacaklar. Dünyanın neresinde görülmüş mülakatla hakim almak? Kendisini denetleyecek adamı denetleyecek zihniyet hangi akla ve iyi niyete sığar? Ben sığdıramıyorum.Çankaya’daki “Onaycıbaşı”nın Pakistan’dan gelir gelmez onayladığı yeni yasa 4 önemli madde üzerinde duruyor. 1)Yazılı sınavda 100 üzerinden 70 ve üstünde not alanlar arasından mülakat yapılarak hakim ve savcı seçilecek. Bununla da kalmayacak, mülakata sadece Adalet Bakanlığı bürokratları katılacak. (Neyse ki AB “Yok daha neler” dedi de 7 üyeden 2si Yargıtay ve Danıştay üyesi olması kararlaştırıldı ama ne değişir ki, güç yine bakanlıkta...)2)İdari yargı hakimi olmak isteyenlere %10 pay ayrılıyordu, yasa ile 20 oldu. Bu demektir ki artık daha fazla hukuk okumamış hakimimiz olacak. Tarikatların tam olarak ele geçiremediği Hukuk fakültelerinin de etkisi azalıyor böylece...3)Hukuk alanında doktora yapanlar sınava girmeden direkt mülakata katılacak. Bu mülakatta kimin başarılı olacağını tahmin etmek hiç de güç değil...İşte bu zihniyet kendi hırslarını gidermek ve istedikleri gibi davranmak için, bağımsız olması gereken yargıyı bile kendine bağlıyor. Yargıyı bile kendi sözünden çıkarmıyor. Buna çoğunluk diktatörlüğü denir. Halkın AKP politikalarından zerre kadar fikri olmadığını düşünürsek, bu aslında tamamen padişahlık. Yolda herkese sorun, mülakatla hakim alınırsa ne olur diye. Kim biliyor ne olacağını?Cumhuriyet’te Mustafa Balbay yazmış. Sayıştay’da 2 yıldır 7 üyelik boş, kendi adamlarını atamak için boş bırakıyorlar diye. Sayıştay dediğiniz kurum, devletin tüm maddi harcamalarını inceler. Düşünelim bakalım bu kadrolaşma çabası neden? Acaba oğullarına gemileri kendi ceplerinden değil, devletin cebinden aldırmak için mi? Hoş sanki kendi ceplerine parayı nereden sokuyorlar acaba... Fakir fukaranın yediği ekmekten, bulgurdan, giydiği çoraptan, çarıktan...Sanmayınız ki ben bunları yapan AKP olduğu için eleştiriyorum. Aynısını başka bir parti yapsa yine eleştirirdim. Olay anlayış olayı. Sorun zihniyette.Tehlikenin boyutu bu kadar büyükken millet hala uyuyor, olmadık konularla meşgul oluyor. Bunun için 9 Aralık’ta Tandoğan’da miting yapılacak. Yazım Cumartesi günü yayınlanacak ama katılmak için geç kalmış sayılmazsınız. Gitmek isteyenler benimle bağlantı kurbilirler, sizleri yönlendirebilirim. En azından gidin ve bir sefer de siz fikrinizi seslendirin.Unutmayın yasama ve yürütmeyi tekellerine aldılar. Sıradaki niyet de belli edildi. Ben bu yargıyı beğenmiyorum demişlerdi, şimdi değiştiriyorlar. Neyse ki AKP’liler gösteriş düşkünü. Sıra sende yedim seni diyor ve saldırıyor. Önce Cumhurbaşkanlığı, sonra eğitim, hukuk, sağlık derken sıra YÖK’e gelecek... YÖK konusunu Pazartesi inceleyeceğiz...

Milli Mücadelenin Temeli: KADIN ( Bolu Olay Gazetesi 01 Aralık 2007 )

Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra İtilaf Devletleri Anadolu’muzun dört bir yanını işgal ettiklerinde, bugün görmeye hasret kaldığımız, hatta dünyada benzeri görülmemiş bir şahlanış başladı. Milli mücadele döneminde Anadolu’yu saran, düşmanı kasıp kavuran o muhteşem ateş, bölge bölge, il il başlamıştı. Her bölgede toplantılar yapılmış, halk düşmanın şehrinde kol gezmesine izin vermemek, vatanını, namusunu, onurunu korumak adına planlar yapar olmuştu.Sonra bir adam vardı Samsun’a. O parça parça yanan ateşleri birleştiriverdi. “Özgürlük” dedi...Gerisi hepimizin malumudur... O günden bu güne geldik işte.Bu geliş sırasında Türkiye’nin geleceği 2 temele, kadınlara ve gençlere emanet edilmişti. Bazen diyorum ki hemcinslerim bu vatanı korumaya girişmeyeydi daha mı iyi olurdu acaba?Yapımızda var, ataerkil bir toplumda yaşıyoruz. Ailenin reisliğini baba üstlenir ama yuvayı dişi kuş yapar. Erkekler kadınlara “çalışma, okuma, uğraşma, çocuk bak, yemek yap, bulaşık, çamaşır v.s.” gibi işler buyurur, olmadı ilkellik şovlarına başlar ve fiziki güçlerini kadınların üstlerinde denerler. Herkes yapmaz belki ama Türkiye genelinde yüzdeye vurursak kaç kadın hiç şiddete veya baskıya maruz kalmamıştır ki?Okuma yazma oranlarında düşük çıkan kadınlar, çalışma ve tahsil ortalamasında düşük çıkan kadınlar. Şeriat kanunlarının yadigarı 20 çocuk, 4 kadınlı aileler. Bunlardan oy almak için bin türlü yalakalık yapıp düzenle elleşmeyen erkek siyasetçiler. Anadolu’mun dört bir köşesinde, açmayı bekleyen bir çiçek olan kardelenler. Hepsi benim kız kardeşlerim... Hepsi benim annem babam için birer evlat gibiler...Gelin görün ki halktaki bu umursamazlık gözlerini de kör etmiş durumda. Anne dediğin çocuğun ilk öğretmeni değil midir? Çocuk daha anne karnındayken başlamaz mı yaşamına? Kim bilir kaç kadın hamileyken yediği dayaktan veya baskılardan dolayı düşük yaptı, çocuk aldırdı ya da kendine zarar verdi.Bu durumda hangi ülkeyi kim kurtarır? Ruh sağlığı düzgün olmayan, erkek tarafından yalnız bırakılan, erkek kahvedeyken tarlada çalıştırılan veya adına “kadın programları” konan ama kadınlarımız için büyük bir hakaret olan o ağlak-zırlak yalan programlara hapsedilen kadınlar. Hepsi birer anne. Kim ne bekler onun çocuğundan?Öyle bir zihniyetle karşılaştırıldık ki, cehaleti fanatizme vurduran, kadını koruma altına alan bir iktidar ile yaşıyoruz. Bizi yönetenler, kadınlarına en büyük baskıyı yapanlar, onları inansa da inanmasa da türbana, çarşafa sokan zihniyetin öğrencileri. Kadınlarımız buna neden izin veriyor?4-12 Eylül’de Sivas Kongresi’nin toplanmasının ardından, 5 Kasım günü Sivaslı hanımlar bir kadın cemiyeti kurdu ve Milli Mücadele’ye katıldılar. 7 Aralıkta yani bir ayda tüm işlemleri bitirdiler. Ardından onlarca cemiyet daha kuruldu. İlk öğretmenler onlardı, acısından inleyen, bağıran yaralılara onlar baktı. Çocukları savaşlarda öldü, kocalarını yitirdiler, kendileri yaralandılar, onlar yılmadı, yıkılmadı, yalvarmadı, teslim olmadı çalıştı.Türkler İslam’ı kabul etmeden önce Şaman idi. Şamanizm’de Kadın imgesi kutsaldır. Çünkü doğurgandır ve güzelliği temsil eder. İslam kabul edildikten sonra da ilk zamanlarda bu devam etmiştir ta ki Arapların geri kalmış İslam anlayışını kendimizinkine benzeştirene kadar.Bir de bugüne bakın. Ne olur bugün sokakta gezen (gezemeyen) kadınlarımıza bir bakın. Onlarla konuşun. Nasıl sevgi dolu, nasıl insancıldırlar. Çoğu size bir ana şefkatiyle yaklaşır.Peki ya gerçekten bilinçlenebilmiş midir kadınlarımız?Fikrim odur ki bu ülke kurtulacaksa ilk adım kadınların aydınlanmasıdır. Çünkü onlar her şeye layıktır... Hepsi birer Kara Fatma, Sabiha Gökcen, Afife Jale, Semra Sezer’dir. Yeter ki fırsat verilsin... Yoksa gün gelip kendileri daha acı şekilde alacaklar.

Köy Enstitüsünden Zikir Partisine...Ben Ülkemi Özledim! ( Bolu Olay Gazetesi 16 Kasım 2007 )

Vicdan yapmak yok... Sadece büyüklerimin hesabını veriyor ve sebep olanlardan acılarımızın hesabını soruyorum.Geçen gün Barok Kitap ve Kültür Evi’nin sahibi olan Taşkın Bey’in biz ÇYDD gençliğini gördükten sonra nasıl umutlandığını ve yardım etmek için ne kadar istekli olduğunu gördüm. Bizlere Köy Enstitüleri ile ilgili 2 adet CD verdi hemen. Sevgili başkanımız Prof. Dr. Türkan Saylan’ın hep dediği gibi. “Teşekkür” değil “Tebrik” etmeliyiz. Ben de tüm içtenliğimle Taşkın Bey’i tebrik ediyorum bu ilgisinden ve desteğinden dolayı.İşte bir Cumhuriyet Aydınının çırpınışı...Prof. Dr. Ali Güler hocamız da bize büyük destek veren büyüklerimizden biri. Kendisi bu seneki “Denizyıldızı Projesi” öğrencilerine Köy Enstitüleri’ni anlatacak. O gün arkadaşlarımız da Demokrat Parti’nin Türkiye’ye yaptığı ihanetin boyutunu görecek.“17 BİN” gencin büyük bir aydınlanma projesi ile yurdun dört bir yanını çağdaşlaştırmak için canhıraş çabaları... Neredeyse her okuma-yazma bilenin öğretmen olduğu günler ve ardından Köy Enstitüleri ile inanılması zor bir eğitim seferberliği.Ellerle yapılan okullar, masalar, sandalyeler...Her yandan mandolin, keman sesleri...Kitabı az ama okuyanı çok olan kütüphaneler...Açlık ve yokluk içinde, karda kışta ince kabanlarla yapılan binalar, evler.Doğu-Batı demeden göreve hazır vatan evlatları. Hepsi birer Kemalist, hepsi bilgi dolu köy çocukları, milletin efendileri.Neredesiniz? Toprağın altı sallanıyor, kemikleriniz sızlıyor, mezarınıza sığamıyorsunuz, toprak sizi tutamıyor değil mi?Bizi tuttu bile...Zikir partileri yapan gencecik üniversite öğrencilerini,İnancını kapattığı karılarının türbanlı kafasında gören bilinçsizler ordusunu,Ağlayan tarım emekçilerini, milletin efendilerini “Ananı da al git” diye tersleyen iktidar sahiplerini,Kirli masalarda inanç pazarlayan, içki parasıyla insan araklayanları,Biz Kemalistleri, dinsizsin, darbecisin, hukuk tanımazsın, komünistsin diye “Akıllı Ol!” cinsinden tehdit edenleri,Allah ile kul arasına trilyoner tarikat şeyhleri sokan ve sokturanları görüyorsunuz değil mi?Bizimkiler görmüyor... Üç beş kişi değiliz hatta hala onlardan fazlayız belki ama bizden fazla olanlar var. Kim mi onlar?Onlar seyirci kalanlar. Bırakın girsin, bırakın yapsın diyenler. Onlar sizinle ilgilenmeyen, sizi umursamayanlar. Onlar kapıldıkları rüyalarda, üstlerine giydikleri umarsızlık zırhlarıyla bize “ROMANTİK” diyenler.Vicdanım yetmez olduğunda, bilinçler bilinçlendirmeye bile kapandığında, Necip Fazıl’lar önce “Bacaklar” şiirini yazıp sonra din derdine düştüğünde, .Köy Enstitüleri’nde eğitim gören dedelerimizden geri kaldık farkında mısınız?Baş örtüsü taksa bile aydınlık fikirleri dillerinden, kitapları ellerinden düşürmeyen nenelerimizden geri kaldık farkında mısınız?Birkaç yüz dolarlık kişi başına düşen milli gelirimiz, 0 lira borcumuz varken, bugün birkaç bin dolarlık kişi başına düşen milli gelirimiz, birkaç yüz bin dolarlık kişi cebine düşen borcumuz var farkında mısınız?1923’te Türklük aynı kaderi paylaşmayı istemek, birbiri ile yaşamaktan mutlu olmak, aynı savaşta yan yana savaşmak anlamında iken, bugün yoldaki Kürt kökenli vatandaşımıza terörist, Türk kökenli vatandaşımıza faşist der olduk.Evet Köy Enstitüleri kurulmalıdır. Çünkü bilinç düzeyimiz 1923 gerisinde...Kanıt mı? İşte size Köy Enstitüsünde ülkesini yaratan vatandaştan, zikir partisi yapan gençlere gelişin öyküsü... BEN ÜLKEMİ ÖZLEDİM...

Umutları Çalmak ( Bolu Olay Gazetesi 06 Eylül 2007 )

İnsanın umudunu çalmak büyük bir günah mıdır bilemiyorum, takdir etmek de bana düşmez ama büyük bir yanlış olduğu kesin.İşte bunun için, Allah kimseyi insanların umutlarına bile göz dikecek kadar düşürmesin. Çünkü artık insan kalmak kolay değil ve umut edebilmek artık bir sanat eseri gibi değerli...Bir düşünün... Hayatında bir ideali olan insan bulmak bu kadar zorken, adil ve mertçe muhalefet eden insanı bulmak bu kadar zorken, rakipler, karşıt düşünceler bile bu denli pervasız ve diğerine saygısızken... Umutları çalmak böyle kolay mı?Kolay...O kadar kolay ki, ne kadar düştüyseniz o kadar kolay oluyor. Düşmek kolay oldukça da umutları çalmak rutinleşiyor. Hatta övünülecek bir hal alıyor... Belki de şimdi anlatılıyor, kutlanıyor, birileri bu iş için geldikleri yerden daha yukarı terfi ettiriliyor.Elde baltalar... Savaş baltaları... Cehaletin kirli yüzü, yalanların renkli dünyasına katıldıkça dünya zevksiz hale geliyor. Değerini kaybediyor mertlik.Umutlar ise biçare. Saygı zaten sizlere ömür. Körelmiş beyinler, çocuklarımızın çalınmış gülümsemelerine dikmişler gözlerini. Kalpleri taş gibi. Sıksan suyu çıkmıyor, ama onlar bununla övünüyorlar. Acıma duyguları değil beklenen. Acınacak hale düşmemeleri.Kahkahalar hüzne dönüşüyor git gide... Umutlarımı kuş yapasım geliyor. Biz susturulurken onlar gitsin bir yerde yaşasınlar. Sonra görüyorum ki, umutlarım canımdan değerli sanki. Kendime ihanet etmiyorum, susmuyorum, kalbimde umutlarımı taşıyorum.Sonra “Mavi Gözlü Dev”i hayal ediyorum. İnsanlık diyor, hak diyor, hukuk diyor, eşitlik diyor, aç yatmasın, ölmesin, öldürülmesin diyor. İşkence bitsin diyor. Devrinin getirdiği 2 şıklı bakış açısından birini seçmek ona yakışmıyor ama o aslında doğruyu istiyor...Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor...Son model arabalar ülkeye geliyor, zenginler listesine yeni Türk’ler giriyor, Tarikat okulları açılıyor, halkta bayram havası. Mülteciler ülkeden gönderiliyor, üzülen yok, neden buna zorunlu kaldı diyen yok. Umutlarını kamyona tıkmış giderken, bir umudu bile olmayanlar umuduyla yaşayandan ne anlarsa o kadar anlıyorlar. Hata yapana neden demeden yok sayanlar sorunu çözmüşçesine mağrur.Bu gece bir farklı çöküyor... Bir başka sessizlik var havada... Beni kışkırtan, canımı yakan, sabrımı taşıran bir sessizlik. Top patlasa yırtamayacak sanki. Bağırsam sesimin çıkmadığı bir boşluk gibi. Bazı insanların zihnini görüyorum gecede. Kapkara ve aydınlığı yok etmeye alıştırılmış...İşte bu gecenin sessizliğini, bizden almaya çalıştıkları umutlarımızın haykırışları olarak ilan ediyorum. Birlik olamayışımızın, ayrı yakınmalarımızın sessizliği olmak yakışır bu geceye. Yalnızlığımızın şarkısı eşliğinde bir ağaç gibi tek ve hürriyetsiz... Dolmabahçe’den Atatürk’ü son yolculuğuna uğurlayan gençler geçiyor ama Behçet Kemal Çağlar’ın dediği gibi bölük bölük değil bu sefer, bölük pörçük...Evet, umutlarımızı çaldılar ve daha birkaç gün oldu. Acım çok yeni. Bir bir çöküyorlar hayallerimizin üstüne. Fikirlerimiz talan ve kullanılmak üzere dost görünen çıkarcı ellerde.Hayır, sevinmeyin sakın... Sizi atmıyorum benliğimden. Ömür boyu hapis kalacaksınız hafızamın demir parmaklıklarında. Çünkü umutlarımızı almaya çalıştınız ve çocuklarımızın gülümsemelerini bez parçalarının ardına sıkıştırmaya çalışacaksınız. Hem de benim evimde...Unutulmasın bunlar... O ev bizim evimiz, o köy bizim köyümüzdür... Gideceğiz de, kalacağız da... Çünkü o ev bizim, o köy bizim köyümüzdür... Ve esas bizim imzamız, sözümüzdür.

İnsan Olmayı Başarmak ( Bolu Olay Gazetesi 19 Eylül 2007 )

Türkiye’de gündem yerine oturdu, tam da beklediğim gibi ramazan ayının da rüzgarını arkasına alanlar yine hurafelerle milleti uyutma sevdasında. Türbelerden umut arayanlar dilek dilemeye giderken, uyanıklar da türbe önlerinde malzeme satıyorlar. Bir avuç sirke 1YTL. Türbelerden medet uman halkımızın hali beni karamsarlığa itmiyor değil. Ama asıl sorun, insanların türbelere bakış açısı.İnsanların dini duygularını böylesine saf olarak yaşaması ne kadar güzel. Ama saflık eğer kandırılma noktasına geliyorsa o zaman tehlikeli oluyor. Bakıyorsunuz ki her dileğin bir türbesi var. Cüzdan, anahtar sürüyorlar, tel koparıyorlar v.s.Oturup düşünmek lazım. Cüzdanı sürdün, para istedin. Çalışmadıktan, evde oturup kadın programı (ki bu isim bence kadınları aşağılamaktan başka birşey değil) seyrettikten sonra, bu yapılanlar beleşten mala mülke konma sevdası değil midir?Bize yakışır mı? Demek ki yakışıyor...Ankara Belediyesi 3.5 milyon insana ramazan çadırında iftar verecekmiş. Ankara nüfusu 4 milyon. Tabii ki buna yorum yapmayacağım. Durum açık...Bununla beraber iftar çadırlarında başka bir yanlış davranış beni yine rahatsız ediyor. Güzel bir düşünce, yapılması gereken bir şey. Bunda hemfikirim. Ama iftar çadırında protokol nedir? İnsanlar kapılarda beklerken protokoldeki para babaları, kalın enseli amcalar neden ellerini sallayarak içeri girer ve kendileri için hazırlanmış yerlerde yemeğin en güzel yerini bol kepçeden yer?Bu çadırın sahibi karşısında, diğer insanlar ezilmek zorunda mıdır? Çadır kurdu diye kimse kimseye teşekkür etmek zorunda değildir. Ama bakıyorsunuz şov yapmak için bir elini öptürmediği kalıyor. Burayı ben kurdum halindeler. Tam bir görmemişlik...Hani sağ elin verdiğini sol el görmeyecekti? Siz misiniz dindar? Hadi oradan...Önce insan olmak lazım. Açlık sınırında boğdukları halka 1 ay boyunca günde bir öğün yemek verecek, sonra milleti minnet eder hale getirecek. Büyük iş yapmış gibi ortada dolanacak, reklamını yapacak.Milletimiz de hesap etmiyor ki kendisinin fakir olmasının sebebi, o ensesi kalın, en göbeklisinden protokol babalarının zenginlikleridir.Birde lüks lokantalarda 100 milyona oruç açanlar var. Alın size ramazanın anlamını zerre kadar kavramayan bir zümre daha. Yine zengin yine zengin... Sanmayın ki zenginliğe düşmanım. Benim derdim sonradan görmelerle.Göbekli para babaları 100YTL’ye iftar yaparken, dışarıda insanlar 2-3 lira arıyor ki birşeyler yiyebilsin. Ufak bir hesapla bir kişinin 100YTL’ye çektiği ramazan ziyafeti, maksat nefsine hakim olmak ve paylaşmak ise, 5YTL’ye mal olacak bir iftar ile 20 kişiyi doyurur. 5 kişi arkadaşları ile birleşse 100 kişiyi doyuracak. Hadi onu geçtim 100 değil 50 liraya iftar yap, birkaç kişi daha doyur. Ama yok...Aç kalmaya alışmamış efendilerin, bütün gün aç kalan o marka gibi taşıdıkları göbeklerinin egosunu tatmin etmeleri lazım. İşte ben bu görmemişliğe karşıyım. Yoksa çalışan ve hak eden tabi ki kazansın.Bugün özel bir nedenden dolayı oruç tutamadım. Haliyle yemek yemem gerekti ve İstanbul’da tutucu bir semte yakındım. İnsanların bana o bakışını ve davranışlarını gördükten sonra anladım ki hoşgörü ölmüş ağlayanı yok. Laikler demokratik değil dediler ama esas bunu söyleyenlere bakmak lazım. Halkımın gözünü boyuyor bu adamlar. Yalanlar söylüyorlar...Yozlaşma hızla devam ediyor, dindarlık adı altında resmen yobazlık yapılmakta. Karşı gelene dinsiz, misyoner, faşist diyorlar. Ama desinler...Bu ramazan ayında hayatımda gördüğüm en muhteşem iyilikleri yaşadım... Paylaşmanın insancıl yanını yaşatan, şov niyeti olmayan insanlar vardı yanımızda. Onlara atılmış karalamaları da hatırlayınca dedim ki...İnanç ne sarıkta, ne sakalda, ne türbanda... İnanç, önce insan olmakla başlamakta...