Kapitalizme hayır, ama neden?

Her ne kadar ülkemizde oturmak üzereyken postal sesleri sayesinde sekteye uğrasa da, kabul etmek gerek ki dünyanın, tam tanımıyla çağdaş dünyanın en büyük meselesidir “Toplumsal Sınıfların Çatışması”
Çok basit tanımla, gelir düzeyi ve yaşam standardı farklı insanların arasındaki mücadeledir. Asla bitmeyecek gibi görünmesinin sebebi ise; çağımız insanlarında bile yenilmesi zor bir içgüdü olan “zevk için zevk” anlayışından başka bir şey değildir. Bu konuya ileride değineceğiz. Fakat önce “Toplumsal Sınıfların” nereden doğduğuna bakalım.
Geçmişte “biyolojist” yaklaşımlarla açıklanmaya çalışılan toplumsal sınıf farklılıkları, gelişmiş ülkelerin sömürgeleştirme sevdasının artması ile görünürde devam etse de son demlerini yaşamaya başlamış ve zamanla yerini yaşam biçimlerine dayalı farklı toplumsal sınıfların birbirine karşı üstünlük mücadelelerine bırakmıştır.
Bu noktada diyebiliriz ki toplumsal sınıf farklılıkları, kolaycılığa kaçan ve herkes tarafından daha kolay anlaşıldığı sanılan “biyolojist” yaklaşımın ardına saklanmayı becerememiştir. Aydınlanma çabaları buna izin vermemiş, gerçeği yani asıl sorunun yaşam tarzlarından doğan farklılıklara bağlı bir üstünlük kavgası olduğunu gün yüzüne çıkartmıştır.
Yaşam biçimleri arasındaki farkı, sosyal, ekonomik, ırksal, dinsel farklılıklardan ister birine ister birkaçıyla ayırabiliriz. Her toplumda farklı temellere (Katolik-protestan, siyah-beyaz, burjuvazi-aristokrasi) dayansa da hepsinin temelinde “zevk için zevk” anlayışı yatmaktaydı. Fakat her toplumsal olgunun bir ömrü olduğu gibi yaşam biçimlerine göre oluşan farklılıklar da kapitalizmin günümüzdeki anlamıyla doğuşu ile değişime uğradı.
Dünya nüfusunun %90’ından fazlasının farkında olarak ya da olmayarak etkilendiği üzere bu yeni sistem, toplumsal sınıf anlayışını canı istediği ya da işine geldiği zamanlarda, kendi keyfine göre değiştirdi.
Öyle ki küreselleşmenin de etkisiyle dünya çapındaki büyük sermaye sahipleri, toplum yapısını oluşturan bütün dinamiklerle istedikleri gibi oynamaya başladılar. Bu noktada küreselleşme, toplumu yönlendirebilen güçlere, dünyanın her yanına ellerini uzatabilme kolaylığı sağlamaktan öteye tek bir işe daha yaradı.
Geçmişte de var olan “Zevk için zevk” anlayışını bütün dünya nüfusuna eskisinden çok daha fazla enjekte etmeyi başardı. Hem de tüm dünyanın bilinç düzeyinin arttığına inanılan bir dönemde...
Günümüzde, toplumbilimcilerin ellerinde sistemler ve toplumsal sınıfların nasıl oluşma yollarına dair genelleme yapılabilecek çok fazla sabit veri bulunamadığı için bilimsel bilgi üretimi de zorlaşıyor. Üretilenler de eskisi gibi geniş kitleler üzerinde aynı sonucu vermiyor. Bu noktada gösterilenin aksine varolanın peşinde koştuğumuzda vardığımız sonuca en basit haliyle bakmak gerekirse, günümüz toplumsal sınıfları “Sermaye ve güç sahipleri” ile fark gözetmeksizin “Diğerleri” yani “Yönlendirilenler” arasında oluşmaktadır.
2000’li yılların başlangıcı ve Jennifer Lopez ise “Waiting For Tonight” şarkısı ile en büyük katkıyı yapmışlardır.
Şaka bir yana, ayrım yapmadan tüm alanlarda toplumsal saygınlık kazanmanın yolu önce sermaye sonra da sermayenin sağladığı bilgi gücüne dayanmaktadır.
Buna kanıt olarak ise gelir farkının sağlıklı doğum oranına, eğitim düzeyine, adalet sistemlerinin adaletli işlemesine, savaş, afet v.b. olaylardaki kayıplara hatta kazalardaki ölüm oranlarına kadar işlemesini gösterebiliyoruz.
Peki ya bundan kurtulmanın, farklı bir dünya yaratmanın ihtimali yok mu? Sorun varsa çözüm de vardır, önemli olan sorunu ne kadar “sorun” olarak gördüğünüdür.
1920’lerin İngiltere’sinde, bir zamanlar üyesi olduğu muhafazakar partiye küstüğü zamanlarda, partinin sebep olduğu toplumsal bozukluklara dair Sir Winston Churchill bile ilginç saptamalarda bulunuyor:
“ Muhafazakar parti içeride sömürüye, bunu örtmek için dışarıda saldırganlığa, vergi hokkabazlıklarına, parti makinesinin zulmüne, bol bol duygusallığa, milyonlarca insana pahalı yiyecek, milyonere ise ucuz işgücü sağlamasına dayalı, kurulu büyük çıkarlar arasındaki bir konfederasyondur…
İngiliz halkına verilmekte olan en büyük zarar, kentlerde aşırı hızla nüfus birikmesi, köylerimizin boşalması, nüfusun topraktan kopması, zenginlerle yoksullar arasındaki doğal olmayan aşırı fark (…) işçiler için hiçbir asgari yaşam ve rahatlık düzeyi sağlanamaması; öbür uçta ise bayağı ve zevksiz bir lüksün hızla büyümesi. İngiltere’nin asıl düşmanı bunlardır.”
Hıristiyanlıktaki günah çıkarmanın güzel bir örneği ile karşı karşıyayız…
Günümüz kapitalizminin 1920’lerdeki öncül yansıması sömürgeciliğin en ileri devleti İngiltere’de bile büyük önderleri Churchill’in bu söylemleri sizlere tanıdık geliyor mu?
Tek örnek bu değil.
Yine bir Batı Avrupa ülkesi olan ve sınıfsal farklılıkların iç kargaşa çıkardığı Fransa’da da toplumsal barışı sağlayan General de Gaulle bile şu çağrıyı yapmak zorunda kalmıştır:
“Bir gün makine ortaya çıktı. Sermaye de onunla evlendi. Bu çift dünyaya sahip oldu. O günden beri pek çok insan, herkesten çok da işçiler ona bağımlı hale geldiler. İşleri için makinelere, ücretleri için patronlara bağımlı olduklarından, kendilerini manen, ahlaken düşkün, maddi bakımdan da tehdit altında görüyorlar.
İşte Sonuç: Sınıf Kavgası.
Dünyanın 35 yıldır uğradığı sarsıntıların kökeninde yatan şey, durmaksızın öne atılıp çözülemeyen bu toplumsal sorundur. Bizim yurdumuzda ayrılıkçılara bunca umutsuz uğraşlar sağlayan yine bu toplumsal sorundur. (…) Bu toplumsal sorun her şeye egeme durumdadır. Özgür halklar propagandalarını istedikleri kadar çalıştırsınlar, isterse yıkımlara yol açacak kadar silahlansınlar, her insan toplumda yerini, payını ve saygınlığını elde etmedikçe, demokles kılıcı başlarının üzerinde sallanmaya devam edecektir.”
İlk bakışta altı çizili bölümler, konuşmaların en can alıcı yeri gibi gözükmese de bana göre anahtar bölümleri oluşturuyorlar.
İnsanların “Zevk için zevk” tutkusu ve temellerini tamamen bu tutkunun üzerine kurmuş bir küresel sermaye. Sonucunda da sermayenin belirlediği toplumsal saygınlığa sahip olan ışltılı insanlar…
Toplumların en erişilmez sınıfları…
Gerisi, yani bizim gördüğümüz ya da bizlere gösterilen ise eskide kalmış “yaşam biçimlerine göre şekillenmiş sınıflar.”
Ne kadar yalanlar… Aslında yıllar yılı sahne değişmiş, dekor değişmiş, oyuncular değişmiş fakat oyun değişmemiş.
Eleştirel toplumbilimcilerin son yıllarda bu kadar artmalarının ve kabul görmelerinin sebebi, bu döngünün kırılamaması ve toplumsal farklılıklar üzerinde sahip olunamayan genel geçer verilerden dolayı bilimsel bilginin üretilememesidir.
Asıl sorun, kapitalizmin tek rakibi olan Sovyetlerin yıkılmasının artından yaratılan tüm alternatiflerin yine küresel kapitalizmin türevleri olarak gelişmesidir. Bu yüzden yeni alternatifler yaratılamamakta, yine insan sömürüsüne dayanan “Asya tipi kalkınma” alternatif olarak gösterilmektedir.
İşte bu noktada Fransa’nın geçirdiği değişimlere dikkatli göz atmak gerekiyor. Çözümün yolu, Generale de Guelle’un da dediği gibi ,“her insan toplumda yerini, payını ve saygınlığını elde etmedikçe” ilelebet tıkalı kalacak ve “bayağı ve zevksiz bir lüksün hızla büyümesi” sonucunu doğuracaktır.
Bu yapı içerisinde insanların bilinçlenmesi ve sınıf farklarının asıl nereden doğduğunu anlaması beklenebilir mi?
Bunun cevabını dolaylı olarak vermek istiyorum.
Dünyaya yön veren ana güdüleyici ne yazık ki erdemli ve daha güzel olana ulaşmak değil, “zevk için zevk” almaya yönelik. Sınırsız zevkin doyumsuzluğu, ne yazık ki mutluluk, saygı, aşk, maddi kazanç hatta sanatı bile erdemden uzaklaştırmıştır.
Bu içgüdüsel hareketin sonucu siyasi bir akım olarak doğan Liberalizm ne yazık ki deneyimsiz, plansız ve bilinçlenmekten uzak, beceriksiz fakat sermayeye yakın ya da sahip politikacıların önünü açmaktadır. Kendisinden sonra geleceklere öğretecek bir şeyi olmadığı gibi içinde bulunduğu topluma da öğreteceği tek şey, kendilerini küresel akıntılara bırakmaları olacaktır, tıpkı kendilerini de bıraktıkları gibi.
Sonucu ise, özel değerlerin zamanla yok olması ve içinde bulundukları toplumun geçireceği değişimleri tamamen dünyayı yönlendiren sermayenin güdümüne sokması olacaktır…
Emek harcayanların geleceği, (kendileri için de geçerli olmak üzere) tamamen kar amacına dayalı toplumsal bir düzene kendilerini ait hissetmeleri ile düzelemez, çünkü kişisel kara dayalı düzen toplumsal gereksinimleri karşılayamaz.
Peki ne mi karşılar?

Açılımın PKK'lıları

Bir fotoğraf karesi, dağdan inen PKK teröristleri ciplerle teslim olacakları yere geliyorlar. Birleşmiş Milletler gözlemcileri tabi ki gözlem halinde. DTP’li PKK yandaşları ve DTP’li milletvekilleri zafer işareti yapıyorlar.Habur Sınır Kapısında sinyal bozucu Jammer taşıyan araçlar yerlerini almış ki teslim “!” olan PKK, bir şaka yapıp bomba patlatmasın. Herhangi bir taşkınlık yaşanmasın diye de polisler teyakkuzda, çevik kuvvet her türlü saldırı için önlem almış. Artık kim kime saldıracaksa... Konuklar geldi, DTP’liler alkış kıyamet… Gelenler için “34 PKK’lı” diyor haberler. Halbuki öyle mi? Mesela Mahmur kampından gelen 26 kişi terörist mi? Bu gelenler PKK eylemlerine katılmamışlarsa terörist sayılabilirler mi? Katılmadan PKK destekçisi olmakla terörist olmak bir midir? Bu insanlara PKK’lı diyorsak DTP’yi destekleyenler hatta örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın resmini açanlar da terörist midir? PKK’yı bırakıp “!” teslim “!” olan PKK militanları tutuklanmadı desem duymayanlar inanır mı? Evet, tutuklanmadı. O zaman ben de tutuklanan diğer PKK militanlarının da hakkını istiyorum. Onları suçu neydi de teslim olmalarına rağmen yıllarca hapis yattılar? Hem onların teslim olduğu zamanlarda işler daha zordu, PKK’dan kaçanlar acımasız biçimde vuruluyor, öldürülüyordu. Bunları resmen PKK gönderdi, ellerine de mektup sıkıştırdı. Yani hala PKK’lılar. Devlet de bu PKK’lıları teslim aldı, suçunu ciddi görüp tutuklamadı bile. Yani PKK yıllardır yapamadığını başardı. E peki ya bu teslim “!” olanlar devletle barışacaklar mı? PKK’nın ideolojisi ve davasından vaz mı geçtiler? O zaman Öcalan posterleri neydi? O da mı bıraktı PKK’yı? O zaman bunlar PKK’lı sayılmazlar mı? Tam bir keşmekeş… Bu işin diğer adı PKK’lı olmanın artık bir suç olmadığıdır. Ellerinde mektupla, talepleriyle müzakere etmeye gelen PKK’lılar bu savaşı kazandı. PKK artık Türkiye ile masaya oturmaktadır. Hem de Kürt yurttaşlarımızı temsil ettiği iddiasıyla. Türkiye Devletini yöneten iktidar bugün var ama yarın gider… Türkiye Cumhuriyet Devleti bu günleri de atlatır, Yüce Divan’ın yolları Menderes ve arkadaşlarının yollarıyla aynı yola çıkabilir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti bu oyunlara yıkamazlar. AKP bilmelidir ki DTP ve PKK davalarını kazanmışlardır. Büyük bir adım atmış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne temsilci göndermişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devletini yöneten iktidar da bu aracıları Azerbaycan’a göstermediği itina ile kabul buyurmuştur. ABD istedi diye PKK mektup güvercinlerini tutuklamayıp güvenlik önlemleri ile karşılayan, Terörist başının sesini kısamayan hatta söylemlerine umut bağlayanlara oy vermeyi İslam’ın hangi buruğuna uyduracaklar? Şehitleri sahiplenebilecekler mi mesela? Ömrünün baharında bizler, sizler rahat yaşayalım diye canını tehlikeye atarak, sevgilisine, karısına, çocuklarına, anasına, babasına kavuşamamak uğruna dağlarda operasyonlarda, karakollarda vatanı beklerken can verenlere bizim şehitlerimiz diyebilecekler mi?Dağdaki terörist de insan evladıdır, candır, onu o hale getirenler utansın diyen ben istemez miyim bu kan dursun, kim istemez ki çözüm bulunsun. Peki ya bu çözümün inisiyatifi kimde? Bu kimin çözümü?

KISIRLIK (Sosyal Demokratlara!)

Çoğumuzun aklına önce üreme ile ilgili bir sorun gelir. Doğrudur, kısırlık teşhisi her alandaki üreme sorunları için geçerlidir. Fakat bu kısırlık başka kısırlık...
Mesela dünyadaki tekellerin daha fazla para kazanabilmeleri ve üreticilerin kendi tohumlarını üretemeyerek tekellerin eline bakmalarını zorunlu kılan tohumlar, toprağın verimini düşürmekle kalmıyor, üreyemediği için genel tabiriyle kısır tohum olarak adlandırılıyor.
Kapitalizmi anlatmak için kısır tohumlardan güzel örnek mi var? Küreselleşme, güce ve sermayeye sahip olanlar, ellerini dünyanın her yerine rahatça atabilsin diye tasarlandı ve küreselleşmenin yumuşacık ellerinde büyüyen kapitalizmin en büyük destekçisi de üretkenliğin içerisindeki “Kısırlık”.
Fakat bizim kısırlık terimini en çok kullandığımız alan, insanlardaki kısırlık problemi. En basit ifadesi ile bin bir türlü faktörden dolayı üreme için yeterli olunamaması durumuna kısırlık deniyor.
Kısırlık, insanların var oluşundan beri yaşandı elbet ama ne yazık ki artık kısırlık için eskisinden daha fazla dış faktör sayabiliyoruz. Sebebini tıbbın eskiye nazaran daha fazla teşhis yapabilmesine de bağlayabilirsiniz lakin bu durum kısırlık yaratan çevresel faktörlerin giderek arttığı gerçeğini değiştirmiyor.
Ne yazık ki bilimin “Buluş” dediği yenilikler bazen bize pek yaramıyor.
Deva, şifa, bereket diye üretilen birçok ilaç, tohum ve benzeri dâhice buluşlar gelecekte bizleri o an için tahmin edilemeyen sorunlarla yüz yüze bırakıyor.
Tıpkı Cumhuriyet tarihimizdeki en büyük düşünce kısırlığını çekiyor olmamız gibi… Bir kesim çok yakınır, 80 sonrası gençlik apolitik, ilgisiz, kayıp diye. Haklılar.
80 darbesi de acıları dindirmemiş miydi, memlekete bolluk, bereket getirmemiş miydi? Getirmez mi… Fakat bugün bakıyoruz ki o dertlere deva, halka şifa diye sunulan darbe ve devamındaki bolluk aslında kısırlık getiriyormuş.
İslamcı kesim yıllardır aynı hedef ve eylemler dahilinde içine kapanık olarak hareket ettiği için kökte çok büyük sallantılar yaşamadı. Bu dönemi beklediklerinden daha büyük karla atlattılar, yalan yok, devlet desteği de gördüler. Düşünce kısırlığı yaşanan meydanların en başarılı pehlivanıdırlar. Gelen düzen kendi düzenleri olduğu için Liberaller aldı başını yürüdü, birbirlerinin üzerine basmadan yükselemeyeceklerini bildikleri için kültürel birikimi ve halkın ufkunu açmak peşinde koşan değil, iş peşinde koşan kazandı.
Peki ya sol? Düşünce kısırlığı yaşanan meydanların yenilmeye doymayan pehlivanı, Derin suların cesur yürekli denizcileri…
Artık sosyalizm de kalmadı ya, sosyal demokrasiyi yürütebilecek ortamı sağlayabilmek için yegane gereksinim olan ulusal değerleri koruyabilmek adına Türkiye’deki sol, hayatını ulusalcılık adı altında idame ettiriyor. Kimse inkar edemez ki sosyal demokrasi sadece düşünsel olarak değil söylemlerinde de görülmemiş bir kısırlık içerisinde.
Peki, kısırlık nasıl atlatılır?
Kısırlığın aksiyle: Üretkenlikle.
Yani toprağa henüz kısırlaştırılmamış tohumlar ekmekle. O gencecik fidanları büyütmek adına, don, fırtına, kar, sel, artık her ne kadar felaket varsa hepsinden korumaya çalışarak atlatılabilir. 68’li olmakla, 78’li olmakla, kendilerini tehlikeye atmakla övünenlerin çoğu, serbest atış yapabildikleri koltuklarında otururken, bugün tehlikedeki gençleri korumak için kıllarını kıpırdatmamaktadırlar.
80 sonrası gençlikten yakınanlara bakın, çoğu sosyal demokrat. Bugün ülkede en büyük kaygıları taşıyanlar, yine sosyal demokratlar.
Neden?
Ben teşhisi koyayım: Tecrübelerle övünmekten vazgeçiniz, övünülecek bir şey varsa tecrübelerinizin başkalarına olumlu şekilde aktarılarak işe yarayıp yaramadığıdır. Herkesin hataları olabilir, önemli olan büyüyen fidanı afetlerden kurtarabilmek, onlara su verebilmek, fikir ve tecrübelerle besleyerek kısırlığı giderebilmelerini sağlamaktır. Söyler misiniz gazete köşelerinde, mecliste, yüksek karar mekanizmalarında kaç genç sayabilirsiniz? Kısır tohumlardan elde edilen mahsulden tohum alınamayan bir tarla ne kadar verimli olursa olsun boş kalmaya mahkumdur. Onun için nadide bulunan bu gençleri kısırlaştırırsanız siz de aç kalırsınız.
Canımın içi Prof. Dr. Türkel Minibaş’ın dediği gibi: “Bizler başaramadık, size güzel bir ülke bırakamadık, sizin işiniz çok zor, artık tüm yük sizde”
Peki ya ipler kimin elinde?

Yok Hasan Yok...

Yok Hasan Yok, sevmedi bizi bu zebaniler. Yalan söylememek lazım, biz de çok uğraştırmadık kendimizi sevdirmeye... Bizim dallarımızı çıtalar tutturan olmadı hiç. Onun için ki büyürken çok acı çektik. Ağızımızdan bir kelam çıkmadı, ne idüğü bilinmez bahçivanlar budarken dallarımızı. Bahçivan sandılar eline her testere alanı. Halbuki katillik meslek haline getiren de onlardı ve bizler de bir canlıydık. Bunlların içgüdüleri bizi fena yaraladı be Hasan... Halbuki biz kimseden istemedik empati yapmasını. Talepkar olmadık kimseden, gerekirse kendimiz de keserdik bindiğimiz dallarımızı. Fakat ne acıdır ki buralarda yüzyıllardır yaşayanlar bizlerdik ve koparacağımız dallardan düşmesinler istedik. Ne suçu vardı mutluluklarımızın da hoyrat keçiler gibi kopardılar yapraklarımızı. Yok Hasan Yook, sevmedi bizi bu akıllı sürüsü. Halbuki biz kendi kendimize de konuşabilirdik, kendi kendimize yetmek için onlardan yardım istemediğimizde daha da seviyorlardı bizi. Bunun için deli olmak gerekirdi ve onlar ilk kez gereğini yerine getirdi... Yolları yollara, kokusunu havaya, tadını yağmura anlattık, onlar anlamadılar sanırım ama biz anladık... Düşmansız bir hayat düşlüyorduk, dalga geçen bakışları nefretle kardeşlik kurduğunda biz barıştan bahsediyorduk şizofren hayallerimize. Ne güzl geçti zaman, onlar gibi olmadığımız için yaftalanmak ne hoş. Sırf kendimizi saysak milyonlarca kişi ediyorduk. Sağ baştan Hasan başlıyordu. Sonra ben, sonra yine Hasan. Herkes ben, herkes Hasan... Ve biz birbirimizin sözünü hiç bölmedik. En iyi sen bilirsin, hiç sevmedim sözümün bölünmesini. Çünkü lafımı dizerdim tren gibi, beklerdim insanların seyretmesini. Ve hiç beklemedim beni anlatmak istediğim gibi anlamalarını. Hiç tanımadım milyarlarca dostumu fakat en iyi bildiğim insanlar oldu hep yüzbinlerce düşmanım. Fakat tekrar ediyorum Hasan, bu düşünceler, bu sorumluluk bazen bir karabasan... Beni anlasan anlasan bir sen anlarsın Hasan... Toprağın suyunu eşit emmek gibi bir his benim için yaşamak. Toprak gitse ben yok olurum, ben yok olsam toprak kovulur evinden. Tel örgüler köklerimizin altına inebilir mi Hasan? Sandılar ki bizim kanımız hiç akmadı, sandılar ki hüznün şerbeti çok tatlıydı ama onların sınırları... Hasan farkettin mi, çevremizdeki çizgiler bize ait değil, onların sınırları. Korkuyorum Hasan, sen de kork... Yok Hasan Yok... Bu zebaniler sevmedi bizi...

Tarihi Gün Tarihi Kriz

Türk Diplomasi tarihinde 10 Ekim günü için güzel bir yer ayırın. Birçok zaferle (aynı zamanda ihanetle) dolu diplomasi geçmişimizde bu kadar vahim bir olay kolay kolay yaşanmaz. Dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen, yakın tarihimizin en ciddi çıkmazlarından olan Ermenistan ile yaşadığımız sorunların halledilebilmesi adına bir yola girebilmek adına protokol imzalanacak, sonra da barış köprüleri atılacaktı. Ben bu yolu çok yanlış buluyorum ama nihayetinde yıllar sonra bir adım atılacaktı. Protokol imzalandı fakat protokolde yazanların ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümeti tarafından Türk halkına vaat edilenlerin hala sallantıda olduğu bir daha kanıtlandı… Diplomasi, Türkiye’nin iç siyasetinde yaptıkları gibi dengesiz hareketlerle, sözlerle yapılmaz. “One Minute” diyerek yapılabilen bir şey değildir diplomasi. Benim için doktorlukla beraber dünyanın en ciddi iki işinden birisidir. Bir ülkenin yani milyonlarca insanın hayatı diplomasiye bağlıdır. Mesela iki ülke bir anlaşma yapacağı zaman, anlaşma da, konuşmalar da, program da hatta biraz daha ileri gidiyorum atılacak adımların yerleri bile önceden planlıdır. Canınız çektiği gibi davranamazsınız. Tabi Sakozy gibi zil zurna sarhoş halde basın açıklaması yapacak kadar düzeysiz bir insan değilseniz… Ermenistan ile Türkiye, iyi-kötü bir adım attı ve bu adım “Yeni Dünya Düzeni” için çok önemli bir adım. Diaspora’nın tüm itirazlarına rağmen atılmak zorunda olunan bir adım. Çünkü “Yeni Dünya Düzeni”nin olmazsa olmazlarının başında, tekrar canlanan kutupların iç barışı sağlamış olması yer alıyor. Yani Diaspora ne kadar istemese de Küresel Sermaye Türkiye-Ermenistan barışını istemektedir. Burada tek kazanan “Küresel Sermaye” olacak. İşte siz bu kadar önemli bir diplomatik adımı atarken bazı tavizler vermek zorunda kalırsınız. Küresel krizden güçlenerek çıkan belirli sermaye odakları, zorda kalan devletlerin ekonomilerini, bu yolla da iktidarları tehdit ederek istediklerini gerçekleştirirler. Her ne kadar güçlü ekonomi olarak gösterilse de Türkiye ayda “1 Milyar Dolar” dış borç faizi ödeyen bir ülke. Daha ne olsun? Uzun lafın kısası bu durumda taviz kaçınılmaz, çünkü iplerinizi dışarıya vermişsiniz. Siz ne yaparsanız yapın Nalbandiyan protokol imzalandıktan sonra “Soykırım” diyecekken vazgeçirilse de yarın yine iddialarına devam edecek. E hani Ermenistan değişmişti? Türkiye Cumhuriyeti bunu kabul etmedi. Türkiye de en başından beri garanti ettiği gibi Karabağ işgalinden söz edecekti. Onu da ettirmediler. Bize anlatılanlara göre Karabağ sorununu önde tutacaktık ama Ermeniler “Soykırım” demeyecekti? Ne oldu da her şey bir anda değişti? Ne oldu da Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı konuşmasını değiştirmek zorunda kaldı? Biz bu açıklamada tam olarak ne söyleyecektik de söylettirilmedi? Bizi “Soykırım yoktur” diyenleri hapse atan arabulucumuz İsviçre mi ikna etti? Sizce Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti vazgeçilen konuşmanın içeriğini açıklayacak mı? Tabi ki hayır! Biz yine bir şey bilemeyeceğiz. Türkiye’de seçilmişler ne yazık ki kendilerini denetimden uzak tutabilmek için her boy ve desende kılıf üretmekte. Ne yazık ki 10 Ekim günü Zürih Üniversitesinde bir diplomatik kaza yaşanmıştır. Bunun sorumluları Türk halkına her şeyi açık açık izah etmelilerdir. Halka saygı budur, lakin bizim medyamız halk adına açıklama talebinde bulunmadan evvel zaten olayı haklı göstererek milli duygularımızı coşturmuş, Ermenistan’ın köşeye sıkıştığından tutun da oyunbozanlık yaptığına dek bir sürü gereksiz sözü ardı ardına sıraladı. Neden kıvırıyoruz, neden kılıf uydurmaya çalışıyoruz ki? Soruları sormak neden sermaye sahibi ve çetrefilli ilişkiler içerisindeki patronların haberci(!)lerinin tekelinde? Ve onurlu bir dış politika Türkiye halkına çok mu uzak? Diplomasi böyle “One Minute” içinde yapılacak bir iş midir?

İlham Aliyev’den aktarıyorum: “Türkiye üst düzey yönetimi Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı bize defalarca Ermenistan ile sınır konusunda güvence verdi. Karabağ meselesi çözüme kavuşmadan sınırın kapalı kalacağı teminatı verildi.” “Azerbaycan ile Ermenistan arasında devam eden Karabağ sorununa barışçıl çözüm bulunması görüşmelerine de katkıda bulunacağı görüşüne kesinlikle katılmıyorum." “Ermenistan, Türkiye ile yürütülen uzlaşı görüşmelerini büyük kazanım sayarak Kişinev’de bize karşı daha uzlaşmaz tavır takınmaya başlamıştır. Bu uzlaşmaz tavırla ilgili verebileceğimiz örnekler de vardır.”

Ayarsız Enerji

Bu günlerde çok ilgimi çeken bir reklam var. Tanınan bir çikolata firması, bir ürününün fiyatını yarıya indirince ne olur demiş ve tavandaki avizeyi söken mi ararsınız, 2 kişiyi iskeleden atan mı… Ben çok beğendim, bakkala gittiğimde de o ürün çok dikkatimi çekti. Hemen o reklam aklıma geldi. Ürünü daha fazla kişi yiyeceği için kullananlarda “ayarsız enerji” oluşurmuş. Bizde de politikalar basitleştikçe ortaya ayarsız enerji patlaması çıkabiliyor. İktidarından muhalefetine, bürokratından diplomatına, bazen hepimiz ayarsız enerji patlamasına uğruyoruz. Yaklaşık on beş dakika önce birkaç örnek vermeyi planlamıştım, gerek sıfatlarını etnik tanımlardan seçen açılımlar, gerek yerel gerekse uluslar arası siyasetten birkaç örnek verecektim. Nasıl olsa bu sıralar siyasette her yer ayarsız enerji patlamasıyla dolu. Ergenekon bile solda sıfır kaldı. Fakat az önce okuduğum haber, diğerlerinin hepsini bastırdı. YÖK başkanı Prof. Dr. Ziya Özcan, küçük oğlunu anaokuluna götürmüş. Çocuğun okuldaki ilk günü, basın da gelmiş, sonuçta haber değeri taşıyor. Başkan da dahil olmak üzere herkes heyecanlı. Basın mensupları durur mu hemen sorulara başlamış. YÖK Başkanı belli ki saf bir insan, yukarıdan uyarı gelmediği sürece her daim soruları yanıtlamaya hazır. Bunun için ki Özcan’a çok sefer “Sus” temennisinde bulunulduğuna dair haberlerle sık karşılaşıyoruz. Gelgelelim, Özcan’ın açık yürekliliğini bazen acı şekilde deneyimleyen “yukarıdakiler” soruna çözümü hemen bulmuşlar. Danışman… YÖK Başkanı Özcan’ın anaokulunda ve hayvanat bahçesinde verdiği iki yanıt, danışman tarafından törpülenmiş. Bunlar ne mi? İngilizce eğitim veren okula başlayan oğlundan dolayı İngilizce eğitimin önemini anlatırken, danışman YÖK Başkanı’nın konuşmasını düzeltmesini ve Türkçe eğitimin önemini vurgulamasını istedi. Hayvanat Bahçesi'nde bulunan koyu renkli bir tavşana 'Arap' ismini vermek isteyen Özcan ve oğluna, ırkçı söylemler olduğunu söyleyen danışman, koca YÖK Başkanı’na yine izin vermedi. Bahsettiğimiz kişi Türkiye’de bilimin bir numarası, yöneticisi. İnsanların nasıl konuşması gerektiğinden tutun da nasıl davranması gerektiğine, uçakların uçuşundan böceklerin ötüşüne kadar bütün konularla uğraşan bilimin en önde giden insanı. Üniversitelerin başı, daha ne olsun? Bu Başkan’ın konuşmaları, kendi danışmanı tarafından bu denli düzeltiliyorsa ya YÖK başkanı bu makamı hak etmemektedir ya da YÖK Başkanı yukarıdan yönetilmektedir. Hem de hayvanat bahçesinde neler söylemesi gerektiğine varana kadar yönetilmektedir... Demek ki reklam gerçekmiş. Bir ülkede siyaset ve yönetim tarzı ucuzladıkça “Ayarsız Enerji” ortaya çıkıormuş.

Bizim Darbe Güzel Darbe

Geçtiğimiz gün çok ilginç bir haber yayınladı. Başbakan Erdoğan’ın şahsen ve özellikle davet edildiği darbe kutlamasına, kendisini temsilen Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç katılıyor. Hem de Emine Erdoğan ile birlikte.
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. Turşusu kurulan belli…
Onlar ki bir yandan askeri darbelere karşı çıkmaktadırlar. Bu sözlerini desteklememek mümkün mü?
Fakat bir numaralı siyasi kavga yaptıkları, kendilerini darbe girişimi mağduru göstererek oyları kaptıkları günleri bizler unutmadık.
Bu iktidar birkaç kişinin aklından geçti, üç-beş kişi koca iktidara darbe yapmak için uygulamaya geçti diye yaş-kuru ne varsa herkesi toplamadı mı?
Bir bakalım, darbe istedi kanaati uyanmazsa salıveririz diye hareket etmenin darbeden ne farkı var? Sivil darbe diye buna deniyor.
Ve gelin görün ki çadırında Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanına bin türlü hakarette bulunan kişi ABD’ye yakınlaşınca ilişkilerimiz tadından geçilmez oldu.
Demokrasi kahramanlığı buraya kadar.
Bu ülkenin demokrasi kahramanı kesilen Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Başbakan’ın eşi Emine Erdoğan, 40 yıl önceki askeri darbeyi kutlamaya gitmişlerdir. Çünkü 40 yıl önceki darbe “Bizim darbe” konumundadır.
Her şeyin iyisi kötüsü olduğu gibi darbelerin de iyisi kötüsü oluyor.
Ve ne yazık ki bu bakış açısı, başarılı darbeleri kendi adamlarının gözünde haklı kılıyor.

Başka fikirlerden korkup yaftalamayın(!)

Korkmayın, Yaftalamayın Bu açılım konusunda yazmak bir dert, yazmamak bir dert. Fakat dayanamadım, tartışmalar sırasında yapılan hatalara dair son olmasını umduğum bir yazı yazmaya karar kıldım. Öncelikle PKK Kürtlerden oluşan bir örgüttür ama içerisinde Suriye Arapları da yer almıştır. Bunu not olarak düşmek gerekiyor.
PKK bir terör örgütüdür ama sadece ırkçı bir terör örgütü olarak tanımlamak çok yetersiz. Dikkat ederseniz örgüt Kürt olmayanları değil, devletle iş birliği yapanları hedef almakta. Bu da onları çoğunluğu Kürtlerden oluşan devlet karşıtı siyasi bir örgüt kılıyor.
Bugüne kadar tek talepleri Kürdistan olmadı. Örgütün içerisinde ciddi fikir ayrılıkları var. Irak’ın kuzeyinden defedileceklerini anladıklarından beri de Kürdistan istekleri iyice kayboldu. Çünkü onların hayali Irak’ın kuzeyi ile Türkiye’nin Güneydoğusunu birleştirmekti. Son yıllarla kadar zaman zaman güç mücadelesi verdikleri Barzani ABD desteği ile tek kuvvet haline gelince Türkiye’den toprak taleplerinin saçma olacağını anladılar.
Ve tabi ki kararları, yok olmamak adına Türkiye içerisinde tanınma mücadelesi vermek oldu. Siyasallaşmaya bu kadar önem vermelerinin sebebi de tamamen bu.
Ayrıca Kürtlerin PKK’yı temsilci olarak gördüğünü zannetmek de saçma.
Şu gerçeği göz ardı etmeyelim. Güneydoğu’da Kürt aşiretleri ve köyler “bu sorunu silahla çözemezsiniz” diyerek bu ülkeye bağlılıklarını kanıtladıklarında yanlarında ilk biten Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin güçlü kolları olmadı.
PKK’nın kalaşnikofları ile burun buruna yaşadılar.
Bu insanların devlet desteğini bu kadar çok istemesinin sebebi tamamen budur. Devlet nerede derken karınlarındaki gurultu ve içlerindeki öldürülme korkusu dile geliyordu.
Sığ düşündük, kahramanlık tasladık, kabul edelim…
Kürt halkı yalnız mıdır derseniz, inanın ki şu anda memleketteki en şaşkın insanlar onlar. Bu iktidar sağolsun, başımıza vura vura hepimize bir yafta yapıştırdı. Laz, Kürt, Gürcü, Çerkes, Göçmen, Sünni, Alevi, Süryani, Arap, Ermeni hatta gevur, ecnebi, ulusalcı, darbeci, dinci, faşist, komünist, laikçi…
Ve üzerinize basa basa edindirilen kimliğin bir yanında DTP, bir yanında PKK, alternatif?
YOK…
Kürt’üm ama Atatürkçüyüm dese kimse ilgilenmiyor. Malum, bu memlekette Atatürkçü olmak daha büyük suç, en azından kimse sizi dinlemiyor. Hatta eminim ki bazılarınıza şu an bu seçenek çok yabancı geliyor.
Kürt ama aynı zamanda dinciyseniz zaten kimliğinizi mezhep üzerinden yapıştırıyor, iktidar gücü sayesinde ne derdiniz ne tasanız kalıyor.
AKP öyle bir tartışma ortamı yarattı ki, sanki bu ülkede Kürt olup PKK veya DTP’yi desteklemeyen insan yok.
Desteklemiyorum diyenler bugün televizyonlarda bas bas bağırıyorlar. Diyorlar ki “Okulumun yolu kapalı, açılmıyor.” Diyorlar ki “Ayakkabım yok, param yok, okulum tek göz, öğretmenim yok.” Diyorlar ki “İşim yok, güvencem yok” Diyorlar ki “Benim ayrı bir ülke gibi bir derdim yok” Diyorlar ki “Hepimiz kardeşiz ama beni yaftalamayın”
Yaftalamayın…
Hani o çok beğendiğiniz, evlere bedava servis edilen Fethullah’ın su geçirmeyen masa üstü gazetesinin reklamında millete verip talkımı kendi yutuyordu ya salkımı. İşte o hesap. YAFTALAMAYIN.
İnsanları dinlemeden anlayamazsınız. Kimliğini sormadan önce fikrini sormaktan KORKMAYIN. Karınlarımızın gurultusu da, bebeklerimizin ağlaması da, kardeşlerimizin ölüsü de aynı… İş, gerisinde de eşit olabilmekte.

Bize Güven Olmaz!

Delikanlı adam sözünün eridir derler, sözü ile icraatı arasında fark olmaz. Yan çizmek, “miş gibi” yapmak bize yakışmaz… Diye bilirdik, aslında öyle değilmiş. Yani balık baştan kokarmış.
Son örneği de diğerleri gibi yenilir yutulur cinsten değil. Tayip Erdoğan Mayıs ayında Azerbaycan Parlamentosunda diyor ki:
''Gerek Azerbaycan basınında gerekse Türkiye basınında bu haberler (sınırın açılacağı) iki ülke halkları arasında birçok sıkıntılara ne yazık ki neden oldu. Bu arada gidip gelen bazı parlamenterlerin yaptığı açıklamalar adeta buna tuz biber oldu. Türkiye'nin kardeş ülke Azerbaycan'ın çıkarlarını nasıl bugüne kadar savunduysa bundan sonra da savunacağı konusunda kimsenin en ufak bir tereddütü şüphesi olamaz, olmamalıdır. Aramızda bir sorun olmadığını defaatle açıklamamıza rağmen bu tür girişimlerde bulunulması da bizleri ciddi manada üzmüştür. Tabii bundan sonraki süreçte de biz bunun bu şekilde devamını istiyoruz. Türkiye ve Azerbaycan arasında ayrıcalıklı ve dostane ilişkiyi zedelemeye matuf bu tür olumsuz kampanyalar karşısında bir kez daha iki ülke ilişkisinin çok güçlü ve kardeşlik kültürüne dayalı olduğunu özellikle vurgulamak isterim. Türkiye-Ermenistan kapısı ne zaman kapanmıştır? Ne zaman ki Yukarı Karabağ tamamıyla Ermenistan’ın işgali altına girmiştir, ondan sonra kapılar kapanmıştır. Dolayısıyla bu ortadan kalktığında o zaman kapılar açılır veyahut biz Azeri kardeşlerimizle bu noktada mutabık kalmadığımız sürece bir adım atamayız. Bunlar birbirleriyle bağlantılıdır, ayrı ayrı düşünülemez” Bu sözleri duyan Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ne desin… “'Başbakan bu ifadeleri kullandıktan sonra ne diyebilirim” dedi tabiî ki. Peki, biz ne dedik? Bu iktidar Ermenistan sınırını açacak.
Yukarı Karabağ, son yıllarda insanlığın gördüğü en büyük katliamlardan birine sahne olmuştur. Orada öldürülenleri ister kendi kanınızdan sayın ister saymayın. Benim için insanlık suçu işlenmiş olması yeter.
Peki biz ne yapıyoruz? Beceriksizliğimiz yüzünden dış politikada elimizi zayıflatan sözde soykırım iddialarında belki yumuşama olur diye Ermenistan sınırını açıyoruz. Karabağ’ı işgal ettiği için kapattığımız Ermenistan sınırını… Bu işin sonu ne mi olur? Abdullah Gül, Türkiye Ermenistan milli maçına açılan sınırdan geçer, sıkışan Ermenistan ekonomisi rahatlar, devlet Ermenistan’a yatırımı el altından destekleri buna karşılık olarak tarihçilerimiz Ermenistan ile 1 yıl kadar soykırım var mı yok mu tartışma şerefine nail olur.
Tartışma mı kör dövüşü mü olur bilinmez ama iki ülkede seçim ortamına girilmesine yakın zamanlarda yine başlar kayıkçı kavgası.
Sınırlar açıldığıyla, Azerbaycan satıldığıyla, birileri de cukkayı götürdüğüyle kalır. ABD Senatosundan 2 yıl daha soykırım yasası geçmez, ilişkiler gerilmez, AKP kendisine soykırım yasa tasarısını engelleyemedi dedirtmez, içeride oy, dışarıda destek kaybetmez.
Gerisi laf-ı güzaf…
Birde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu Samuel Huntington ile karşılaştırmasak ne güzel olur. Ermenistan konusunda yaptıklarını Kıbrıs’a da öğütleyenden Huntington çıkar mı?

Hangisinden Alsak, Neremizle Versek?

Hükümet bir gün vatandaşla dalga geçmeyi bırakır mı bilinmez. Eğer dalga geçmiyorlarsa durum daha vahim.
Ekonomiyi canlandırmak için yeni kampanyamızda çiçek alıyoruz, sakız alıyoruz, simit v.s. alıyoruz.
Ufak bir hesap yapalım.
Hükümet maaşlara yüzde 2 zam yapmayı vaadediyor. Bu %2 yaklaşık 20 TL civarı bir mebla.
Geçinemeyen bir aileye verdiğin zamla simit almaya çalışsan günde bir simit, 3 günde bir gül, günde 3 öğün sakız alırsın.
Gören de zannedecek ki milletin parası bol da saklıyor yastık altında. Evet yastık altında diyorum çünkü vatandaşın banka borçları %60 arttı.
E haliyle de ekonomiyi kurtarmak falım sakızdan çıkacak fallara kaldı...
Bundan daha elle tutulur biz çözüm yok mu derseniz, yatırım yapacak kişilerin yatırımlarını banka kredileri ile yapması.
Mesela 20 bin TL'lik yatırım yapacaksanız bunu düşük faizle banka kredisi alarak yapınız ki herkesin yüzü gülsün.
Yani diyor ki senin 20 bin TL paran varsa fazlası da vardır, saklama onları, faize ver...
Bizim ekonomi iyi yolda....

Ötekini Beğenmemek

Sonradan gelirler topraklarınıza. Onlarda olan sizde olmadığı için sizi beğenmezler. Fakat sizde olanlar da onlarda yoktur ve asla olmayacaktır. Bu topraklara sonradan “Vahabi” kültürü getirmek gibi.Ya da batı kültürünü empoze etmek gibi… Ya da kültürümüzde var olmayan adetler yaratmak gibi. Fakat ortak özellikleridir ki sonradan geldikleri topraklardaki hayatı beğenmezler. Doğu’dan gelen “Batı ahlaksızlığı”, Batı’dan gelen “Doğu’nun kabalığı” der ve kendi kültürünü allı güllü ambalajların içerisinde sanki dünyanın en güzel yaşam tarzıymış gibi ballandıra ballandıra sunar size. Herkesin istediği hayatı aşamaya elbette ki hakkı var, biz bu topraklarda kardeşliği ve barışı egemen kılmak için verdiğimiz mücadelede horonlarımızı da ağıtlarımızı da türkülerimizi de sanat müziği eserlerimizi de halaylarımızı da beraberce söyleyip oynadık. Kimse bir diğerine burun kıvırmadı. Peki ya bugün? Liberalizmin getirdiği “birleşik küresel dünya, yalnız insan” modeli bizi ne yazık ki bölünmeye götürüyor. Bizi bağlayan artık birbirini tutan ellerimiz değil, sanal bağlarla bağlıyız hem hayata hem kendimize.Bugün insanlığın yaşadığı, ülkemizin de bundan fazlasıyla nasibini aldığı kültürel kopuşu ve ötekileştirilmiş hayatı Kızılderililer de acıyla tecrübe ettiler. Onlar da sözde “Vahşi Türkler” gibi vahşiydiler. Kovboy filmlerinden nefret ettiğim kadar hiçbir filmden nefret etmedim… Ufak bir hikaye ile bugünlük son vereyim. Kilisenin “dinsiz” ve “putperest” olarak tanımladığı Kızılderililerin 1871 yılında doğan “Tatanga Mani” yani “Walking Buffalo” isimli şefi, Kanada hükümeti tarafından temsilci seçilerek dünya tutuna çıkartılır.Sözlerini günümüzle bağdaştırırsak, sorunumuzu da anlamış oluruz. “Biliyorsunuz, dağlar her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde yaşamak, yapay bir varoluştur. Orada birçok insan, ayaklarının altında gerçek toprağı hiç hissedemiyor, saksıdakiler dışında bitkilerin büyüyüşünü göremiyor ya da caddelerin ışıklarından geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü görebilecek kadar uzaklaşamıyor. İnsanlar Yüce Ruh'un yarattığı sahnelerden uzakta yaşadığında, onun kanunlarını da kolayca unutuyorlar. Biz her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Yüce Ruh'la iyi geçiniyorduk. Siz beyazlar bizim vahşi olduğumuzu sandınız. Bizim dostlarımızı anlamadınız, anlamaya çalışmadınız. Biz güneşe, aya ya da rüzgara övgüler düzerken, siz bizim putlara taptığımızı söylediniz. Hiç anlamadan, yalnızca bizim tapınma şeklimiz sizinkinden farklı diye, bizi kayıp ruhlar olarak nitelediniz. Biz Yüce Ruh'un eserlerini her şeyde görürdük, güneşte, ayda, ağaçlarda, rüzgârda ve dağlarda. Bazen bunlar aracılığıyla ona yaklaşırdık. Bu çok mu kötüydü? Bence biz Yüce Varlığa, bize putperest diyen beyazların çoğundan daha güçlü bir imanla, gerçek bir inançla bağlıyız. Doğaya ve doğanın yöneticisine yakın yaşayan Kızılderililer karanlıkta değildir. Ağaçların konuştuğunu bilir miydiniz? Evet, konuşurlar. Birbirleriyle konuşurlar, kulak verirseniz sizinle de konuşacaklardır. Asıl sorun, beyazların dinlememesidir. Kızılderilileri dinlemeyi hiç bir zaman öğrenemediler, bu yüzden doğadaki başka sesleri dinleyeceklerini de hiç sanmıyorum. Oysa ben ağaçlardan çok şey öğrendim, bazen hava, bazen hayvanlar, bazen de Yüce ruh hakkında.”

Şeytanı şeytan yapan insandır

Kabul ediyorum, insanın doğasında şiddet var. Her ne kadar düşünen yaratıklar olsak da evrimimiz asla tamamlanmayacak ve bizlerin de içgüdüleri hep var olacak.Hepimiz biraz hayvan kalacağız.Fakat önemli olan, bu hayvansı davranışlarımızı elimizden geldiğince aza indirgemek.Çünkü biz insanlar yaşamak için kendi türdeşlerimizi yemek ya da tepelemek zorunda değiliz.Çünkü biz üretebileniz. Bana kalırsa diğer canlılardan en büyük farkımız, doğaya onlardan daha fazla hakim olmamız, kontrol edebilmemiz, yönlendirebilmemiz. Yani tarlayı istediğimiz gibi ekebiliyor, hayvanları üretebiliyor ve doğadan çok farklı yönleriyle yararlanabiliyoruz.Ve buna rağmen hala aç kalmayı becerebiliyoruz. Çünkü hala hayvansal özelliklerimiz mevcut. Bu bile evrim teorisinin başlangıcı hariç tüm bilimsel açıklamalarına hak vermeye yeter.İnsanlar ürettikleri ve türettikleri herşeyi kullanıma sunuyorlar ki kullanım devamında tüketimi getiriyor. İşte hayvansı özellikler de burada ortaya çıkıyor.Doyumsuzluk, daha fazlasına sahip olmayı istemek, devamında ise üretmeden tüketmek.Aslında diğer düşünme yeteneğine sahip olmayan canlılar bile böyle değiller.Onlar aç olmadıkça ya da kendilerini tehlikede hissetmedikçe diğer türlere zarar vermezler. Biz bundan bile yoksunuz. Bizim onlara göre daha üstün olan düşünme kabiliyetimizin türümüzü getirdiği yer burası.Üstünlük, daha üstün olma isteğini doğurmuş. Bunu kabul etmek gerek.İşte bunun için ki sınıfları değil, sınıflar arası üstünlüğü kabul etmiyorum.Buna suçlular da dahil olmak üzere. Çünkü her toplum kendi suçlularını kendisi yaratır.Kırmızı başlıklı kız örneğinde olduğu gibi, çoban ile kurdun hikayesi gibi, karga ile tilkinin ve daha bir çoğununki gibi.İyiler kurtarılır, kötülerin nereden geldiği belli olmadığı gibi neden kötü oldukları da belli değildir. Tehlike hep bilinmezdir, neden var olduğu tartışılmaz, anlatılmaz.Sadece kötüdür ve iyiler her daim ya kurtarılır ya da kötü son…Halbuki tüm kötülükler içgüdülerden kaynaklanır. Öğrenilmiş güdülerin bile temeli buna dayanır.Ya açtır, ya güvensizdir, ya doyumsuzdur.Varılacak yer belli. Kötülüğü daha büyümeden güven altına almak gerekir.İnsan üretir ama suçluların çoğu ya açtır, ya güvensiz hissetmektedir ya da sosyal uyumsuzluk çekmektedir.Ama yine de insan üretir. Sonra birileri gelir, Kürt sorunu der, din elden gidiyor der, küresel dünya der, demokrasi der, sermaye özgürdür der, ırk der ama sadece sizi siler süpürürler.İnsanlar hayvanlara benzer. Aç, güvensiz ya da dışlanmış olmadığı sürece saldırmaz.Fakat bir de doyumsuzlar vardır ki onlar doyumsuzdur. Ne yapar eder, karganın ağzından kapar peyniri.Karga açtır, onlar doyumsuz. Karga hayvandır onlar…Ezilmek kader değil, kendinizi ezdirmeyin, sizi kandırmalarına izin vermeyin.Şeytanı şeytan yapan insandır, başkası değil…

Duruşmadayım

Siz bu satırları okurken ben, Bolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde sanık olarak yargılanıyor olacağım.Ergenekon ya da siyasi bir suçtan değil.Bana göre düşünce suçu, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne göre “Cumhurbaşkanı’na hakaret”3 Yıl oldu yazmaya başladığım, hiçbir yazımda hakaret etmedim. Hatta 24 yıldır biteviye yaşarım, kimseye hakaret etmişliğim de yoktur. O açıdan gönlüm çok rahat. Aklanacağımdan da eminim.Dava zaten haber olacaktır diye düşünüyorum, bu yüzden burada davadan bahsetmeyeceğim.Bugün farklı bir şeylerden konuşmak gerek. Mesela dostluktan.Aslında benim gibi konularla ilgilenen yazarların köşelerinde çiçekten böcekten yazmalarına karşıyım. İnsanların kendilerinden beklentilerini boşa çıkararak yer işgal etmenin bir manası olmadığı kanısındayım.Ama bu farklı…İnsanlar doğdukları günden itibaren toplum içinde yaşarlar. Toplu yaşamın da en önemli özelliği kolektif olmak zorunluluğudur. Yani “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”. Eğer muhtaç olmazsa bir terslik var demektir.Ve yalnızlık sadece Allah’a mahsustur.Test ettim onayladım.İyi insan olmaya çalışmanın, hayatının anlamını tanımadığı insanlara yardım etmeye çalışarak, Atatürk ve aydınlanma, çağdaşlaşma yolunda bulan bir genç olmanın ödülü müdür yoksa tamamen şans mıdır bilmem ama son 3 yıldır gördüğüm ve yaşadığım her çirkinlikten daha büyük güzellikler görüyorum.İnandıklarınızı savunmak hatta tehlikeye rağmen susmamak, doğru bildiğiniz yoldan gitmek gerçekten çok ağır sorumluluklar bindiriyor üstünüze.Her daim bir meydan okuma içinde yaşıyorsunuz.Bazen öyle bir hisse kapılıyorsunuz ki sanki doğadaki her şey size düşman.O anlarda sizi iki his kurtarıyor.Birincisi doğru yaptığınıza inanmak. Fakat o da yetmiyor. İkincisi olmadan bir mana ifade etmiyor.Bahsettiğim ikinci his ise size inananların eli, sözü, desteği, bakışı…Özellikle son aylarda gördüğüm o büyük desteği anlatmak için kelimelere başvurmayacağım. Biliyorum ki her bir büyüğümün, kardeşimin, arkadaşımın kelamı, kelimelerle anlatılmayacak, cümlelere hapsedilmeyecek kadar değerli.Bu yüzden şu anda gönlüm ister ki yolumuzda haklı olduğumuza inanan, Atatürk’ün ilkelerine ve devrimlerine sahip olduğu tüm varlığı pahasına sahip çıkan, o devrim ve ilkelerin aslında sahip olduğumuz tek varlığımız olduğunu, insanlık ve özellikle de 14 yaşında en iyi ihtimalle evlendirilen tüm kızlarımız için bir umut taşıyan ve bu umudun yegane dayanağının halk yani biz olduğunu bilen tüm dostların yüzünde bir gülücük belirsin.Bu gülücük, başımıza gelen ve getirilmeye çalışılanlara, oyunu tüm kirliliğiyle oynayanlara, hak hukuk tanımayanlara, faşizan düşüncelere, uygulamalara, insanlara köle muamelesi yapanlara, eti tırnaktan ayıranlara inat belirsin.Bu gülücük, elimizden alamayacakları mutluluğumuz için belirsin.Senin için ne yapabilirim diye soran tüm dostlarımdan tek ricam her şeye rağmen gülümseniz ve başaracağımıza dair inancınızı kaybetmemeniz olacak.Çünkü bizler ülkemizi bu durumdan nasıl kurtaracağımızı çok iyi biliyoruz. Başımıza gelenler de bu yüzdendir belki…

Türkel Minibaş'ı Tanımak...

Türkel Hoca’yı tanımak Denizli’den Memeti dedi ki “Onu yakından tanımayanlar için üzücü bir ölüm ama biz…” Köyceğiz’de kamptaydık, her sabah bir başka güzel doğuyordu. Ama en güzel sabahı hiç unutmadım. Kimsecikler yoktu ortada, henüz çıkmamıştı kimse dışarıya, yemek gecikmişti ve biz görevli olduğumuz için biraz daha erken kalkmıştık. Göle bakayım dedim her zamanki gibi durgundu, kumlar henüz ısınmamıştı ama o sabah güneş ilk ışıklarıyla en güzel maviyi aydınlatıyordu. Ben o gülümseyişi hiç unutmadım. O da biz de henüz bilmiyorduk bugünlere geleceğini. O kadar mutlu ve umut doluyduk ki kim söylese hadi oradan der, geçer giderdik. O zamanlar Barış Akarsu’yu kaybetmiştik, kamp boyunca hepimizin yüzünü sarat iki burukluktan biriydi. Birde Türkel Hoca bazen yutkunmakta zorlanıyordu. Biz de o da o gülerde bu zorlanmayı Türkiye’nin zor günlerine hazırlık olarak görüyorduk. Bazılarımız ilk kez tanıyordu onu, biz ise gittikçe farklı Türkel Minibaş tanıyorduk ve bu halini çok daha fazla sevmiştik. O anda 5 kişiydik ve duyduğumuz söz onun ne kadar haklı olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. “Hazır olun çocuklar, biz size çok iyi şeyler bırakamayacağız” Bir akşam vakti, hayatımda bıraktığı en büyük iz, bu gece Ağlayan Çayır’ı seyredelim çocuklar dedi. Ama herkes not tutsun. Film saatler sürdü. Bittiğinde ise saymıştım, 5 kişi kalmıştık dikkatlice seyredebilen ve o söylediği için ben ilk notumu tutmuştum, beğendiğim için 3 sayfa daha yazmıştım. O notlar hala yanımda. Dün okudum. 4 gündür yaşadığım kabus gibi hayata ağlamadım ama sana ağladım. “Vedaların değil ama ölümün acısını hiçbir kaçış dindirmiyor” Kara, kapkara trenler geçerdi filmde, içinde faşist askerlerle, her geçişlerinde birileri kaybolurdu, aşların, dostlukların, en güzel hikayelerin arasından geçerlerdi ve her giden ya da götürülen beyaz, o tertemiz çarşafların arasından bakardı sevdiklerine. Hiçbir hazırlık bizi bu vedaya hazırlayamazdı. Cuma gününün sabah saatlerinde birden üzerimizde siyah giysiler belirdi… Mavi, masmavi iki göz, sapsarı saçlarını toplamış, o güzel tırnaklarında kırmızılar ve boynunda şıkır şıkır kolyeleri, parmaklarında ihtişamlı yüzükleriyle, bembeyaz çarşafların ardından bize baktı. Huysuz ve tatlı kadın şarkısı daha güzel kime yakışırdı bilemiyorum ama biz ona yakıştırmıştık. Her anının ayrı bir güzelliği vardı ve biz o güzelliklerden birini seçmiş, özel konuklarımıza verdiğimiz kapağımızın üstüne yapıştırmış, bizdeki “Türkel Hoca”yı yazmıştık yanına. Atmıştık imzalarımızı ona duyduğumuz derin saygı ve sevgimizin üzerine. Daha da geriye gittim. Toplantıdan çıkışını beklediğim o ana döndüm. “Malatya’ya gidelim Çağlar, İktisat kongresi var” demişti. Bir insanın nutku anca böyle tutulabilirdi. Salak salak gülümsemişimdir muhtemelen, ama “tamam” demekten başka bir şey yapamadığımı hatırlıyorum. Sonra mı? Hocam benim not ortalamam yetmiyor deyip durumumu anlattığımda bana bakışını hatırlıyorum. Onu kızdırmak, 200 kilometre hızla duvara çarpmak gibiydi. Ben o çarptığım duvarda engin bir huzur duymuştum. Her şeyin düzeleceğine verdiğim sözü tutamadım… “Benimle yaşamak zordur ama bir o kadar da eğlencelidir” demişti. Sensiz yaşamak zor olacak… Çünkü biz “Türkel Hoca” dediğimizde duran suları, kana kana içer gibi dinlediğimiz konuşmalarını, yazılarını beklediğimiz Pazartesi günlerini, duyacaklarımdan korkumdan dolayı her 10 girişimimden sadece birinde arayışımı, tutamadığım sözümü, Ağlayan Çayır’ı, Köyceğiz’de ettiğimiz dansı, tekne turunda “burada kitap mı okunur Çağlar” deyişini, en güzel mavileri ve en güzel şarabı ve bütün anılarımızı, söylediklerini, en güzel mavi bakışları dosyalayıp kaldıracağım hatıralar kütüphanesinde tozlanmaya bırakmayacağım… Bizi aydınlattığın ışıkların içinde kal, gittiğin Cennet’in en güzel köşesinde bize bak o en güzel mavilerle…

Türkel Minibaş'ı kaybettik...

Onlarca sayır yazdım, hatıraları toz tutmamış raflarımdan çıkarttım, bu acıyı defalarca paylaştım ama bu sefer paylaştıkça küçülmüyor. Hiçbir hazırlık bu gidişine bizi hazırlayamazdı. En güzel maviler kapansa bile, bak işte yine gülüyoruz geleceğe... Bizleri aydınlattığın ışıkların içinde kal...

Avrasyacılık Nedir?

Avrasyacılık Nedir? Avrasyacılık Düşüncesi Nasıl Oluşmuştur? Raporun konusu olan Avrasyacılık düşüncesi ilk olarak Nursultan Nazarbayev'in Kazakistan için 10 yıllık planını halkı ile paylaştığı 3 Haziran 1994'te bölge gündemine oturmuştur. Kökenine indiğimizde ise aslında daha uzun yılara ve farklı yapılanma çabalarına dayandığını görüyoruz. Avrasyacılık düşüncesine, başlangıcındaki ve gelişme sürecindeki eylemleri veya varılmak istenen sonuçları temel alarak baktığımızda, karşımıza çok karışık bir denklem çıkıyor. Öncelikle ülke halklarında Avrasya'nın değerine bakmak gerekiyor. Örnek olarak Rusya Avrasyacılığa başta bölge ülkelerini kontrol altında tutma çabası ve Süper Güç ortaklığı olarak iki farklı ama yakın açıdan bakarken, Kazakistan bu projeye kurtarıcı ve mutlak şart olarak bakıyor. İçinde olmasa da Çin bu birliği ABD etkilerini azaltmasından dolayı olumlu şekilde izlerken, Azerbaycan Avrasya içinde yer almaya sıcak bakmasa da ipleri de koparmamaktan yana. Avrasyacılık düşüncesi nedir? Avrasya Birliği, Nursultan Nazarbayev'in bölge ülkelerini dayanışma içinde tutmak suretiyle, küçük parçacıklar haline gelip büyük ülkelere yem olmasını engellemek ve daha sosyalist bir bakışla yeni bir güç doğurmak için yola çıktığı bir projedir Avrasyacılık. Ülkeleri ne tek bayrak altında toplamak gibi bir hedefi vardır, ne de ortak bir ekonomi veya yönetim oluşturmak istemektedir. Bu açıdan şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki Avrasyacılık düşüncesinin tam anlamıyla bir birleşme hedefi yoktur. Sovyetlerin dağılmasından sonra emperyalist ABD politikalarının gözünü bölgeye dikmesinin yarattığı tedirginliği Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ile gidermeye çalışan ülkelerden bazıları, bu anlaşmalı ayrılık hamlesinin miladını tamamlamasından sonra yeni bir arayış içine girme gereksinimi duydular. Çünkü BDT içinde artık Rusya merkezlilikten kurtulmak isteyen ülkeler baş göstermeye başladı.BDT'nin işlevini iyice yitirmesinin ve kopmaların gerçekleşmesinin ardından, eski Sovyet ülkelerinde bir boşluk oluştu. Bu boşluğun oluşmasını iyi değerlendiren ABD ise, geçmiş yıllarda yaşadığımız Turuncu devrimlerle son bulması öngörülen sızma eylemlerine girişerek, eski Sovyet sahasında söz sahibi olmaya başladı. ABD'nin bu bölgeye neden girmek istediğini de söylemek gerekiyor. Türkmenistan ve Kazakistan dünyanın en büyük doğalgaz ve petrol üreticilerinden ikisi. Ayrıca Azerbaycan ve Özbekistan'da da azımsanmayacak kadar büyük yataklar var. Bir başka sebebi de bu bölge ABD'nin halihazırda girememiş olduğu, kendisi için el değmemiş bir pazar olması. Azerbaycan gibi Sovyet Rusya'nın tüm kötülüklerini yaşamış bir ülke ile arası iyi olan, yani Avrasya'ya açılan tek anahtarı elinde tutan ABD için bu pazar, girilmesi en kolay gibi gözüken ve bununla beraber büyümeye elverişli bir pazardır. İki rakibi Rusya ve Çin'in yanı başında bulunması da ABD için bulunmaz bir nimettir. Bu açıdan baktığımızda, Rusya'nın Avrasya havzasını kaybetmesinin kendi açısından yaratacağı götürülerinin boyutunu gözler önüne seriyor. Eğer Rusya bugün bir enerji devi olma arzusundaysa ve AB'yi enerji kozu ile kontrol altında alma hedefindeyse, petrolün kaynağını ve geçiş güzergahlarını da elinde tutmak zorundadır. Özellikle NABUCCO projesini ya etkisiz kılmalı ya da Batıya açılan kendi enerji yollarını çok daha zalim ve etkin kullanmalı. Gelelim bölgenin küçük ülkelerinin Avrasyacılığa bakışına. Sovyetlerin dağılması, Rusya dışındaki ülkelerin de tepeden inme de olsa, demokrasi, özgürlük ve egemenlik ısrarlarına sebep oldu. Rusya'ya olan kırgınlıkları dolayısıyla BDT'ye bakışları da pek güven arz etmiyordu. Bölge olarak bakarsak, Orta Asya ülkeleri ve Ukrayna, Rusya’nın yanında yer alırken, diğer ülkeler kendi egemenliklerinin peşindeydi. Bunun sonucu olarak batıya yakınlaştıklarını görüyoruz. Bu şartlar altında bölge, Batı ve Rusya arasında kalan ülkeler üzerindeki hesaplaşmalar sonucu yeni bir soğuk savaşa sürüklenebilirdi. Bu da otoriter devlet başkanları için ülkelerinde istikrarsızlık demekti. Bunun engellenmesi için, bölgesel bir güç olmaktan çok, birliktelik sonucu istikrarı koruma amacında olan Nazarbayev 1994 yılında Avrasyacılık fikrini ortaya attı. Bu noktada Nazarbayev'in buna neden gereksinim duyduğu hakkında aklımıza 4 sebep gelebilir. A) Sovyetlerin dağılması sonrası ABD'nin kendi ülkesine göz dikme ihtimali ve Rusya'ya yakınlaşarak (ki en son bağımsızlığını ilan eden ülke Kazakistan'dır) otoritesini koruma isteği. B) Gelişmekte olan bir ülke olan Kazakistan'ın bölgede aktif rol oynaması. C) Eski Sovyetlerin tekrardan bir araya gelebileceği rüyası. D) Bölge ülkelerinin birlik kurarak daha hızlı bir gelişme sağlaması ve bağımsızlıklarını daha hızlı ve güçlü şekilde korumaları, hızlı kalkınmayı sağlayabilmek. Bunların arasında birliği en iyi tanımlayan görüş 4. görüştür. Otoritesini korumak gibi salt bir amacının olmadığının kanıtı, Avrasya Birliği'nin yönetiminin her ülkeye eşit olarak dağıtılacağı öngörüsüdür. Keza gelişen bir ülke olan Kazakistan'ın sırf kendini düşünerek bu yola çıkmadığı da aşikardır. Yine de bu görüşün ilk yıllarında en çok karşılaştığı eleştiri Sovyet'lere dönüş olması olasılığıydı. Hatta projeye ilk destek Rusya Komünist Partisi'nden gelmiştir. Bu yanlış öngörü belli bir dönem boyunca devam etse de, Nazarbayev ilk gün dediği gibi bu projenin geleceği bir birleşme değil, birliktir. Bu hatalı görüşten dolayı, projenin en önemli ülkelerinden biri olan Rusya, projeye ancak Putin döneminde olumlu bakmaya başlamıştır. Sonuç olarak Avrasyacılık projesi, geçmişteki hatalardan ders çıkarılarak, ince dokunmuş, küçük – büyük tüm ülkelerin eşit temsil edildiği, hızlı, güçlü bir kalkınma ve gelişme projesidir. Bundan başka, ülkelerin ortak noktalarını bularak gerek kültürel gerek tarihsel birleşmesini değil kaynaşmasını hedefler. Daha 1992 yılında Paul Wolfhowitz, gelişmesi muhtemel bir Avrasya fikrinin ABD politikalarına yaratabileceği tehlikeyi görmüş ve "ABD'nin en önemli stratejik problemlerinden birinin eski Sovyet topraklarında ABD'den bağımsız politikalar üretme kabiliyetine sahip büyük ve bağımsız bir oluşuma izin verilmesi" olacağını söylemiştir. Şimdi bu projenin doğru ve yanlış yönlerini inceleyecek, Türkiye'nin bu projedeki geleceğini ve projenin kendi geleceğini inceleyeceğiz. Bölüm 2: Projenin Geleceği Nazarbayev'in projesinin geleceğini; 1) Fikirsel ve ideolojik gelişimi açısından; 2) Askeri bir alternatif olabilirliği açısından; 3) Ekonomik gelişimi ve model olması açısından; 4) Anti – emperyalist görüşü açısından inceleyeceğiz. Tabi bundan önce birkaç bilgi daha vermek gerekli olacaktır. Yazının başında da yazdığım gibi proje ilk 10 yılını tamamlamıştır. İlk 10 yıl hedeflerine daha kısa bir sürede varan Nazarbayev, bundan sonraki 10 yılı da projenin gerçekleşmesi için harcanacak somut adımlara ayırmıştır. Bu adımların arasında ortak savunma ve Gümrük Birliği'nin tamamlanması vardır. İkinci 10 yıl için öngörülen Gümrük Birliğine ilk adımlar daha ilk 10 yıl içinde atılmıştır. Ayrıca ilk 10 yıl projenin kabullenilmesine ayrılmışken, proje kolayca kabullenilmiş hatta Rusya'da bir parti kurulmuş, Avrasya Üniversitesi açılmıştır. Bu örneklerle de görülebileceği üzere proje takvimin önünde gitmektedir. 1) Fikirsel ve ideolojik gelişimi açısından Avrasyacılığın geleceği: Fikirsel gelişimi daha iyi görebilmek için öncelikle başlangıç ile bugün arasındaki değişimlerin görülmesi gerekmektedir. Bugün Avrasyacılık fikri bir ideoloji haline dönüşmüştür ayrıca bölge halkı kültür ve hayat bakışlarını değiştirmeye başlamış, ortak noktalarını bulma konusunda daha istekli olmuşlardır. Ülkeler arasındaki ihtilaflar son bulmaktadır. Sovyetlerin dağılmasından sonra belirlenen sınırlardaki problemler artık çözülmüştür. Avrasyacılığın ideolojik temelleri oturmaya başlamıştır. Bugün Avrasya Birliği, Sosyalist ve Anti-emperyalisttir. Eşit temsil ilkesini savunmaktadır. Kapalı bir ekonomi olmasa da üretime dayalı bir ekonomiyi savunmaktadır. Son zamanların moda gelişim politikası olan Asya tipi kalkınma peşindedir. Sömürgeci değildir. Zaten sömürmesi de gerekmemektedir çünkü kendisi için yeterince kaynağı bulunmaktadır. Bunlar iyi yönleri. Peki eleştirilecek yönleri yok mudur? Tabi ki vardır. Orta Asya ülkelerinin en önemli özelliği, devlet otoritesinin baskın oluşudur ki bu bütün sosyalist ülkelerde görülmektedir. Bu ülkelerin bir başka noktası da Devlet Başkanı Devleti konumunda bulunmalarıdır. Örnek olarak Nazarbayev kendisini ömür boyu seçilebilme hakkına sahip kılmıştır. Muhalefete destek vermez bir görüntüsü olsa da ABD'nin bu ülkeleri durmadan karıştırmak istemesinden dolayı bu hakkı bazen kendinde meşru görmektedir. Aslında Nazarbayev, dış destekli olmayan her türlü muhalefete izin vermektedir. Dış ülkelerden destek aldığını belirlediği damadını Avusturya elçiliğinden almış ve mahkum etmek istemiştir. Putin'e kadar en büyük desteğini Komünist partilerden almış olması ister istemez bazı noktalarda aşırılığa yönlendirmiştir. Fakat bugün hiçbir noktada aşırılık kalmamış, hatta ara güç konumunda olan Japonya ve Batı Avrupa'yı bile siyasi olarak kullanabilme gücüne erişmiştir. Kapalı bir sistem olduğu söylenmektedir ki bu tespit doğrudur. Sağlam adımlarla gitme hedefinde olan Nazarbayev, projenin uygulama alanını kısıtlı tutmuştur ve şu anda hala yola çıktığı ülkeleri projenin birincil uygulayıcısı konumunda tutmaktadır. Ne olursa olsun bugün birliğin en önemli özelliği ABD'ye, Kapitalizme ve Emperyalizme karşıtlığıdır. 2) Askeri bir alternatif olabilirliği açısından Avrasyacılığın geleceği: Bölgede bulunan iki büyük ülke Rusya ve Çin, süper güç olma iddiasında olan ve ABD'ye alternatif olarak gösterilebilecek yegane devletlerdir. Ayrıca Avrasyacılığın etki alanındaki coğrafyada, ABD'den sonra en büyük askeri harcamaya sahip olan 6 devleti bulundurmaktadır. Keza nükleer güce sahip olan devletler de bu havzadadır. Bu da göstermektedir ki Avrasya havzası bugün ABD'ye alternatif olarak gösterilebilecek tek bölgedir. Rusya ve Çin'i askeri olarak yakınlaştırabilecek tek bu proje de budur. Çünkü Avrasya, ortak güvenlik konusunda büyük ilerleme sağlamayı başarmış bir projedir. Hem Avrupa hem Amerika ile bağlantılarının bulunmasından dolayı da jeopolitik önemi büyüktür. Ayrıca Rus üslerinden başka Baykonur uzayüssü gibi çok önemli bir üsse sahiptir. Son yıllarda Çin'in ABD uydularını düşürebilecek teknolojiye sahip olduğunu da düşünürsek, Avrasya Birliği askeri olarak ABD'nin en büyük alternatifidir. Bu birliğin gerçekleşmesi halinde dünya, kara kuvvetleri en güçlü ordu ile karşılaşılmış olacaktır. Eğer birliğe Türkiye'de katılırsa oluşacak askeri güç, NATO’dan bile üstün özelliklere sahip olacaktır. Bu büyük askeri gücün de hatalı yönleri mevcuttur. Silahlanmanın inanılmaz derecede arttığı son yıllarda, Sovyetlerin yıkılmasının ardından buharlaşıveren silahların nerelerden çıktığı ve Rusya'nın birkaç dönem öncesine kadar içindeki özerk bölgelere neler yaptığı unutulmamalıdır. Tabi bu büyüyecek askeri güç çekişmesinin nükleer silahlanmayı da artıracağı öngörülebilir. Yine de tek süper güç olan ve dünyayı kendi oyun alanına çevirmeye çalışan ABD'ye karşı yeni ve eşitlikçi bir gücün hatta kendi yarattığı sisteme tamamen zıt, yeni bir örneğin çıkacak olması, dünya için ciddi bir alternatif yaratacaktır. Ummak gerekir ki bu yeni birlik askeri gücünü dikkatli ve doğru şekilde kullanabilsin. 3) Ekonomik gelişimi ve model olması açısından: Az önce de belirttiğim üzere Avrasya fikri Asya Kalkınma Modeli'ni uygulamaktadır. Bu model öncelikle kendi halkının gereksinimini karşılamakla beraber bu gereksinimin ne kadar olduğunu da kendi belirlemektedir. Bu demek oluyor ki otoriter bir kalkınma modeli de olabilir. Ülke halkının daha çok üretime ortak olması ve daha fazla üretmesi sonucunu doğuran bu model, sosyalist modelden esinlenerek ortaya çıkmıştır. Herhangi bir ülkeyi, bölgeyi veya herhangi bir siyasal sistemin getirilerini sömürme peşinde değildir çünkü kendi kaynakları, birlik ülkelerinin hızlı kalkınması için fazlasıyla yeterlidir. Bunun yanında kalkınmanın en önemli noktası, her ne kadar bugün için çok büyük önem arz etse de, petrol ve doğalgaz gibi uzun vadede getirisi sınırlı iki kaynaktan oluşmaktadır. Bu sayede belirli bir zaman boyunca ABD ve özellikle AB'nin projelerini kurduğu enerji alanındaki hakimiyet ele geçirilecektir. Alternatif enerji kaynaklarına yönelecek dünya için Türkiye’nin taşıdığı önem de göz önüne alındığında, ülkemizin bu birlik içindeki veya birliğe yönelik durduğu konum çok önemli olacaktır. Planlı bir şekilde geliştirilen ekonomik kalkınmanın üretim ayağında en önemli gereksinim makine konusunda olmaktadır. Bunu da Rusya dışındaki ülkelerin ithalatlarına baktığımızda anlıyoruz. Makine eksiğinin giderilmesi için özellikle birlik içindeki Rusya’ya büyük görev düşmekte, bu durum ise iyi ilişkiler kurulması planlanan Çin’e önemli bir fırsat yaratmaktadır. Avrasya'nın ekonomik temelinin ne olması gerektiğini Erol Manisalı "Öncelikle Emperyalizmin ve Kapitalizmin damarlarının nasıl kesileceği hesaplanarak oluşturulmalıdır" diyerek ortaya koyuyor. Zaten en başından da belirttiğimiz üzere, yapılan bütün eylemlerintemellerinde Anti – Emperyalizm vardır. Ekonomik programın tek ve en büyük eleştirisi, dünya pazarında daha çok yer alabilmek için, ülke halklarının ucuz işgücü özelliğinin fazla zorlanması ve sosyal devlet uygulamasının pekiyi biçimde gerçekleştirilememesidir. 4) Anti – emperyalist görüşü açısından Avrasyacılığın geleceği: Muhtemel Avrasya Birliği'nin emperyalizme bakış açısını, Rusya'nın ABD ve müttefiklerinin dünyayı getirmekle suçladığı konuma karşı bakış açısıyla eş tutabiliriz. Rusya'nın ABD karşıtlığına kişisel değerlendirmeniz neyse Avrasya'nın da anti-emperyalist bakışını da öyle görebilirsiniz. Özellikle Putin'in, Batı ile ipleri germesinden sonra, Avrasya havzasının da aynı dalgaya kapılacağı öngörüsünde bulunmak doğru bir yaklaşımdır ki Özbekistan'ın Avrasya Ekonomik Topluluğuna katılmasından sonra Rusya, Avrasya bölgesi hakkında daha cüretkâr konuşmalara girmiştir. AKKA'dan ayrılan Rusya, artık ABD destekçisi AB'ye ve onların bölgedeki müttefiklerine son uyarısını vermiştir. Moskova, NATO ve Varşova Paktı ülkelerinin konvansiyonel silahlarını kısıtlamak için yapılmış bir antlaşmaydı ki ABD'nin son füze projesinden sonra Rusya artık yeter demişti. Bunu da pratiğe dökmüş oldu. Önümüzdeki dönem, AB'nin doğu-batı arasında bir seçim yapması gerektiğine olan zorunluluğunu ortaya koyacaktır. Güney Amerika'da bazı ülkelerde köklenmeye başlayan Anti Emperyalist iktidarların etkileriyle diğer ülkelerde de sosyalist ve Anti-emperyalist iktidarları filizlendirmeye başlaması, fikirsel olarak olmasa da hem jeopolitik açıdan hem de askeri güç açısından daha güçlü bir örneğini, Avrasya'nın emperyalizme bakışında göreceğiz. Keza bu yaklaşım, Avrasya'nın benimsemek zorunda olduğu bir yaklaşımdır. Yayılımcı politika uygulaması imkansız olan bir bölge olan Avrasya ülkelerinin bunu yapmak gibi bir isteği de yoktur. Son olarak eklenebilecek bir nokta da Avrasya ülkelerinin ABD ile ilişki kurma zorunluluğu adına hiçbir mecburiyet sahibi olmamasıdır. Bu gerçek, oluşabilecek böylesine güçlü ve yeni bir kutbun, ilkelerinde ne kadar ciddi olabileceğini kanıtlıyor. Büyük Ortadoğu Projesi ile büyük yara alan ve tehlikeyi yanı başında hisseden Avrasya'nın, kuşatılmaya engel olabilmesi için Anti-emperyalist tavır sergilemesi ve uluslararası arenadaki desteğini bu temelde kazanmaya çalışması, birlik açısından en mantıklı hareket olacaktır. Bölüm 3: Türkiye'nin Projedeki Geleceği Avrasyacılığın en büyük fikir önderlerinden ve Avrasya Partisi Başkanı Alexander Dugin, Türkiye'yi proje içinde şöyle değerlendiriyor: "Ne kadar ilginç olsa da bugün Avrasyacılığın yükselişini Türkiye'de görüyoruz. Türk toplumunun çeşitli sektörlerinde Avrasya segmentini görüyoruz: Onlar hem solcularda (İşçi Partisi) hem laik milliyetçilerde (askeri yönetim ve generaller) hem hükümet çevrelerinde (Başbakan'ın danışmanları) hem bazı sağcı milliyetçilerde, hem entelektüellerde hem de strateji uzmanlarında mevcuttur. Ünlü Türk Entelektüel Attila İlhan, Türk televizyonunda 6 saatlik programını, Avrasyacılığa ve uluslararası Avrasya Hareketi'nin İstanbul ziyaretine ayırmıştı. Belli bir döneme kadar Türkiye'nin Kafkaslar ve Orta Asya'da Rusya'nın düşmanı olmasa bile rakibi konumunda olduğu sır değildir. Pantürkizm ise Avrasyacılığın tam karşıtıydı ve Rus karşıtı bir karaktere sahipti. Türkiye'nin Avrasya kilidinde açılması, bugünkü stratejik tabloyu tamamen değiştirebilir. Ve Türkiye bu durumda Avrasya sahasındaki tüm entegrasyon süreçlerinin en önemli partneri, ortağı hatta bir parçası haline gelebilir." Bu sözlerden ve Dugin'in Türkiye hakkındaki diğer sözlerden aslında Türkiye'nin Avrasya içinde nasıl bir noktada olmasının istendiğini anlayabiliyoruz. Önce sözlerin satır aralarını açalım, sonra da gerçekçi birkaç tahminde bulunayım. Türkiye'nin yıllardır ABD'nin yan ürünü haline getirildiği hakkında sanırım hiçbirimiz aksi fikre sahip değilizdir. En azından Rusya'nın görüşü bu şekildedir. Dugin'de buna şaşırmıştır zaten. ABD'nin bölgedeki planlarının bir uygulayıcısı olan Türkiye'de nasıl olmuş da Avrasya'ya sıcak bakan bir akım oluşmuştur. İnanılmaz ama bugün Avrasya'yı destekleyen 2 zıt kutup mevcuttur. Biri Fethullah Gülen grubu, diğeri de İşçi Partisi'dir. Fethullah Gülen'den kendisini sıyıran Özbekistan ve kendini sıyırmaya çalışan Rusya da anlamışlardır ki Fethullah Gülen Grubunun Avrasyacılık içindeki rolü, Truva Atından farklı değildir. Keza İşçi Partisi de Sovyet Rüyasına olan yakınlığından dolayı çok sıcak bakmıştır ve Avrasyacılığın temellerinin değişmeyeceğini anlamıştır. Başbakanın danışmanlarından kastettiği de Fethullah Gülen grubu ve İslam dünyasında etkinlik kazanmak isteyen ABD kuklası tarikatların ta kendisidir. Fakat Attila İlhan ve generaller olarak kastettiği aslında strateji uzmanları kesimi de olaya çok ideal biçimde bakmaktadır. Avrasyacılığın anti-emperyalist yanını en güzel özelliği olarak nitelendiren bu kesim, hiçbir zaman körü körüne bağlılığı istememiş, fakat her zaman yakın durmak ve desteklemek gerektiğini belirtmiştir. Bugün gelinen nokta, Avrasya Birliği üyelerinin Kıbrıs sorununda Türkiye yanlısı bir tavır takınması ve Annan planının karşıtı bir konumda yer aldığı durumudur. Gün geçtikçe Türkiye'nin dünyada gelişen olaylara bakış açısı ile Avrasya havzasının bakış açısı yaklaşmaktadır ki ABD'nin ve AB'nin tutumu bölge ülkelerini buna zorlamaktadır. Bu arada Avrasya Birliği'ne sorunların çözümü olarak bakmak büyük bir hata olacaktır. Çünkü Avrasya'ya yakınlaşmadan önce bu birlik ülkeye daha iyi anlatılmalıdır. Dugin'in de söylediği gibi, bu birliği Turancılar ve Sovyet yanlıları hayallerinin geri gelişi olarak algılayabilir ve bir çekişme yaratabilir. Ayrıca ülke içindeki Güneydoğu sorununa bir çözüm sağlayamaz. Ekonomik olarak büyük birgelişim sağlamaktan uzaktır. Fakat enerji açısından ülkemize büyük bir artı kazandıracaktır. Bor madenlerimizin kullanım ihtimaline katkı sunacak olsa da Türkiye'nin GSMH'sinin bölge ülkelerinin çoğundan çok daha büyük olduğunu unutmamak gerekir. Türkiye, Avrasya'ya vereceği destekle uzun bir süreç başlatabilir ve en azından daha onurlu bir siyaset izleme şansına sahip olur. Fakat şu bilinmelidir ki Avrasya Birliğinin içinde her zaman ön planda Rusya yer alacaktır. Rusya en azından ezici bir politika izlemeyecektir ama eğer Türkiye Birliğin içine girmeden, dışarıdan sağlam bir destek verirse, bunların hiçbirine maruz kalmadan, birçok avantaj sahibi olacaktır. Bu yolda en büyük engeli ABD, onun yarattığı emperyalist Tek Süper Güç sisteminin paydaş ülkeleri ve maşaları Ilımlı İslam olacaktır. Çağlar AKAY - 2006