Açılımın PKK'lıları

Bir fotoğraf karesi, dağdan inen PKK teröristleri ciplerle teslim olacakları yere geliyorlar. Birleşmiş Milletler gözlemcileri tabi ki gözlem halinde. DTP’li PKK yandaşları ve DTP’li milletvekilleri zafer işareti yapıyorlar.Habur Sınır Kapısında sinyal bozucu Jammer taşıyan araçlar yerlerini almış ki teslim “!” olan PKK, bir şaka yapıp bomba patlatmasın. Herhangi bir taşkınlık yaşanmasın diye de polisler teyakkuzda, çevik kuvvet her türlü saldırı için önlem almış. Artık kim kime saldıracaksa... Konuklar geldi, DTP’liler alkış kıyamet… Gelenler için “34 PKK’lı” diyor haberler. Halbuki öyle mi? Mesela Mahmur kampından gelen 26 kişi terörist mi? Bu gelenler PKK eylemlerine katılmamışlarsa terörist sayılabilirler mi? Katılmadan PKK destekçisi olmakla terörist olmak bir midir? Bu insanlara PKK’lı diyorsak DTP’yi destekleyenler hatta örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın resmini açanlar da terörist midir? PKK’yı bırakıp “!” teslim “!” olan PKK militanları tutuklanmadı desem duymayanlar inanır mı? Evet, tutuklanmadı. O zaman ben de tutuklanan diğer PKK militanlarının da hakkını istiyorum. Onları suçu neydi de teslim olmalarına rağmen yıllarca hapis yattılar? Hem onların teslim olduğu zamanlarda işler daha zordu, PKK’dan kaçanlar acımasız biçimde vuruluyor, öldürülüyordu. Bunları resmen PKK gönderdi, ellerine de mektup sıkıştırdı. Yani hala PKK’lılar. Devlet de bu PKK’lıları teslim aldı, suçunu ciddi görüp tutuklamadı bile. Yani PKK yıllardır yapamadığını başardı. E peki ya bu teslim “!” olanlar devletle barışacaklar mı? PKK’nın ideolojisi ve davasından vaz mı geçtiler? O zaman Öcalan posterleri neydi? O da mı bıraktı PKK’yı? O zaman bunlar PKK’lı sayılmazlar mı? Tam bir keşmekeş… Bu işin diğer adı PKK’lı olmanın artık bir suç olmadığıdır. Ellerinde mektupla, talepleriyle müzakere etmeye gelen PKK’lılar bu savaşı kazandı. PKK artık Türkiye ile masaya oturmaktadır. Hem de Kürt yurttaşlarımızı temsil ettiği iddiasıyla. Türkiye Devletini yöneten iktidar bugün var ama yarın gider… Türkiye Cumhuriyet Devleti bu günleri de atlatır, Yüce Divan’ın yolları Menderes ve arkadaşlarının yollarıyla aynı yola çıkabilir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti bu oyunlara yıkamazlar. AKP bilmelidir ki DTP ve PKK davalarını kazanmışlardır. Büyük bir adım atmış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne temsilci göndermişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devletini yöneten iktidar da bu aracıları Azerbaycan’a göstermediği itina ile kabul buyurmuştur. ABD istedi diye PKK mektup güvercinlerini tutuklamayıp güvenlik önlemleri ile karşılayan, Terörist başının sesini kısamayan hatta söylemlerine umut bağlayanlara oy vermeyi İslam’ın hangi buruğuna uyduracaklar? Şehitleri sahiplenebilecekler mi mesela? Ömrünün baharında bizler, sizler rahat yaşayalım diye canını tehlikeye atarak, sevgilisine, karısına, çocuklarına, anasına, babasına kavuşamamak uğruna dağlarda operasyonlarda, karakollarda vatanı beklerken can verenlere bizim şehitlerimiz diyebilecekler mi?Dağdaki terörist de insan evladıdır, candır, onu o hale getirenler utansın diyen ben istemez miyim bu kan dursun, kim istemez ki çözüm bulunsun. Peki ya bu çözümün inisiyatifi kimde? Bu kimin çözümü?

KISIRLIK (Sosyal Demokratlara!)

Çoğumuzun aklına önce üreme ile ilgili bir sorun gelir. Doğrudur, kısırlık teşhisi her alandaki üreme sorunları için geçerlidir. Fakat bu kısırlık başka kısırlık...
Mesela dünyadaki tekellerin daha fazla para kazanabilmeleri ve üreticilerin kendi tohumlarını üretemeyerek tekellerin eline bakmalarını zorunlu kılan tohumlar, toprağın verimini düşürmekle kalmıyor, üreyemediği için genel tabiriyle kısır tohum olarak adlandırılıyor.
Kapitalizmi anlatmak için kısır tohumlardan güzel örnek mi var? Küreselleşme, güce ve sermayeye sahip olanlar, ellerini dünyanın her yerine rahatça atabilsin diye tasarlandı ve küreselleşmenin yumuşacık ellerinde büyüyen kapitalizmin en büyük destekçisi de üretkenliğin içerisindeki “Kısırlık”.
Fakat bizim kısırlık terimini en çok kullandığımız alan, insanlardaki kısırlık problemi. En basit ifadesi ile bin bir türlü faktörden dolayı üreme için yeterli olunamaması durumuna kısırlık deniyor.
Kısırlık, insanların var oluşundan beri yaşandı elbet ama ne yazık ki artık kısırlık için eskisinden daha fazla dış faktör sayabiliyoruz. Sebebini tıbbın eskiye nazaran daha fazla teşhis yapabilmesine de bağlayabilirsiniz lakin bu durum kısırlık yaratan çevresel faktörlerin giderek arttığı gerçeğini değiştirmiyor.
Ne yazık ki bilimin “Buluş” dediği yenilikler bazen bize pek yaramıyor.
Deva, şifa, bereket diye üretilen birçok ilaç, tohum ve benzeri dâhice buluşlar gelecekte bizleri o an için tahmin edilemeyen sorunlarla yüz yüze bırakıyor.
Tıpkı Cumhuriyet tarihimizdeki en büyük düşünce kısırlığını çekiyor olmamız gibi… Bir kesim çok yakınır, 80 sonrası gençlik apolitik, ilgisiz, kayıp diye. Haklılar.
80 darbesi de acıları dindirmemiş miydi, memlekete bolluk, bereket getirmemiş miydi? Getirmez mi… Fakat bugün bakıyoruz ki o dertlere deva, halka şifa diye sunulan darbe ve devamındaki bolluk aslında kısırlık getiriyormuş.
İslamcı kesim yıllardır aynı hedef ve eylemler dahilinde içine kapanık olarak hareket ettiği için kökte çok büyük sallantılar yaşamadı. Bu dönemi beklediklerinden daha büyük karla atlattılar, yalan yok, devlet desteği de gördüler. Düşünce kısırlığı yaşanan meydanların en başarılı pehlivanıdırlar. Gelen düzen kendi düzenleri olduğu için Liberaller aldı başını yürüdü, birbirlerinin üzerine basmadan yükselemeyeceklerini bildikleri için kültürel birikimi ve halkın ufkunu açmak peşinde koşan değil, iş peşinde koşan kazandı.
Peki ya sol? Düşünce kısırlığı yaşanan meydanların yenilmeye doymayan pehlivanı, Derin suların cesur yürekli denizcileri…
Artık sosyalizm de kalmadı ya, sosyal demokrasiyi yürütebilecek ortamı sağlayabilmek için yegane gereksinim olan ulusal değerleri koruyabilmek adına Türkiye’deki sol, hayatını ulusalcılık adı altında idame ettiriyor. Kimse inkar edemez ki sosyal demokrasi sadece düşünsel olarak değil söylemlerinde de görülmemiş bir kısırlık içerisinde.
Peki, kısırlık nasıl atlatılır?
Kısırlığın aksiyle: Üretkenlikle.
Yani toprağa henüz kısırlaştırılmamış tohumlar ekmekle. O gencecik fidanları büyütmek adına, don, fırtına, kar, sel, artık her ne kadar felaket varsa hepsinden korumaya çalışarak atlatılabilir. 68’li olmakla, 78’li olmakla, kendilerini tehlikeye atmakla övünenlerin çoğu, serbest atış yapabildikleri koltuklarında otururken, bugün tehlikedeki gençleri korumak için kıllarını kıpırdatmamaktadırlar.
80 sonrası gençlikten yakınanlara bakın, çoğu sosyal demokrat. Bugün ülkede en büyük kaygıları taşıyanlar, yine sosyal demokratlar.
Neden?
Ben teşhisi koyayım: Tecrübelerle övünmekten vazgeçiniz, övünülecek bir şey varsa tecrübelerinizin başkalarına olumlu şekilde aktarılarak işe yarayıp yaramadığıdır. Herkesin hataları olabilir, önemli olan büyüyen fidanı afetlerden kurtarabilmek, onlara su verebilmek, fikir ve tecrübelerle besleyerek kısırlığı giderebilmelerini sağlamaktır. Söyler misiniz gazete köşelerinde, mecliste, yüksek karar mekanizmalarında kaç genç sayabilirsiniz? Kısır tohumlardan elde edilen mahsulden tohum alınamayan bir tarla ne kadar verimli olursa olsun boş kalmaya mahkumdur. Onun için nadide bulunan bu gençleri kısırlaştırırsanız siz de aç kalırsınız.
Canımın içi Prof. Dr. Türkel Minibaş’ın dediği gibi: “Bizler başaramadık, size güzel bir ülke bırakamadık, sizin işiniz çok zor, artık tüm yük sizde”
Peki ya ipler kimin elinde?

Yok Hasan Yok...

Yok Hasan Yok, sevmedi bizi bu zebaniler. Yalan söylememek lazım, biz de çok uğraştırmadık kendimizi sevdirmeye... Bizim dallarımızı çıtalar tutturan olmadı hiç. Onun için ki büyürken çok acı çektik. Ağızımızdan bir kelam çıkmadı, ne idüğü bilinmez bahçivanlar budarken dallarımızı. Bahçivan sandılar eline her testere alanı. Halbuki katillik meslek haline getiren de onlardı ve bizler de bir canlıydık. Bunlların içgüdüleri bizi fena yaraladı be Hasan... Halbuki biz kimseden istemedik empati yapmasını. Talepkar olmadık kimseden, gerekirse kendimiz de keserdik bindiğimiz dallarımızı. Fakat ne acıdır ki buralarda yüzyıllardır yaşayanlar bizlerdik ve koparacağımız dallardan düşmesinler istedik. Ne suçu vardı mutluluklarımızın da hoyrat keçiler gibi kopardılar yapraklarımızı. Yok Hasan Yook, sevmedi bizi bu akıllı sürüsü. Halbuki biz kendi kendimize de konuşabilirdik, kendi kendimize yetmek için onlardan yardım istemediğimizde daha da seviyorlardı bizi. Bunun için deli olmak gerekirdi ve onlar ilk kez gereğini yerine getirdi... Yolları yollara, kokusunu havaya, tadını yağmura anlattık, onlar anlamadılar sanırım ama biz anladık... Düşmansız bir hayat düşlüyorduk, dalga geçen bakışları nefretle kardeşlik kurduğunda biz barıştan bahsediyorduk şizofren hayallerimize. Ne güzl geçti zaman, onlar gibi olmadığımız için yaftalanmak ne hoş. Sırf kendimizi saysak milyonlarca kişi ediyorduk. Sağ baştan Hasan başlıyordu. Sonra ben, sonra yine Hasan. Herkes ben, herkes Hasan... Ve biz birbirimizin sözünü hiç bölmedik. En iyi sen bilirsin, hiç sevmedim sözümün bölünmesini. Çünkü lafımı dizerdim tren gibi, beklerdim insanların seyretmesini. Ve hiç beklemedim beni anlatmak istediğim gibi anlamalarını. Hiç tanımadım milyarlarca dostumu fakat en iyi bildiğim insanlar oldu hep yüzbinlerce düşmanım. Fakat tekrar ediyorum Hasan, bu düşünceler, bu sorumluluk bazen bir karabasan... Beni anlasan anlasan bir sen anlarsın Hasan... Toprağın suyunu eşit emmek gibi bir his benim için yaşamak. Toprak gitse ben yok olurum, ben yok olsam toprak kovulur evinden. Tel örgüler köklerimizin altına inebilir mi Hasan? Sandılar ki bizim kanımız hiç akmadı, sandılar ki hüznün şerbeti çok tatlıydı ama onların sınırları... Hasan farkettin mi, çevremizdeki çizgiler bize ait değil, onların sınırları. Korkuyorum Hasan, sen de kork... Yok Hasan Yok... Bu zebaniler sevmedi bizi...

Tarihi Gün Tarihi Kriz

Türk Diplomasi tarihinde 10 Ekim günü için güzel bir yer ayırın. Birçok zaferle (aynı zamanda ihanetle) dolu diplomasi geçmişimizde bu kadar vahim bir olay kolay kolay yaşanmaz. Dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen, yakın tarihimizin en ciddi çıkmazlarından olan Ermenistan ile yaşadığımız sorunların halledilebilmesi adına bir yola girebilmek adına protokol imzalanacak, sonra da barış köprüleri atılacaktı. Ben bu yolu çok yanlış buluyorum ama nihayetinde yıllar sonra bir adım atılacaktı. Protokol imzalandı fakat protokolde yazanların ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümeti tarafından Türk halkına vaat edilenlerin hala sallantıda olduğu bir daha kanıtlandı… Diplomasi, Türkiye’nin iç siyasetinde yaptıkları gibi dengesiz hareketlerle, sözlerle yapılmaz. “One Minute” diyerek yapılabilen bir şey değildir diplomasi. Benim için doktorlukla beraber dünyanın en ciddi iki işinden birisidir. Bir ülkenin yani milyonlarca insanın hayatı diplomasiye bağlıdır. Mesela iki ülke bir anlaşma yapacağı zaman, anlaşma da, konuşmalar da, program da hatta biraz daha ileri gidiyorum atılacak adımların yerleri bile önceden planlıdır. Canınız çektiği gibi davranamazsınız. Tabi Sakozy gibi zil zurna sarhoş halde basın açıklaması yapacak kadar düzeysiz bir insan değilseniz… Ermenistan ile Türkiye, iyi-kötü bir adım attı ve bu adım “Yeni Dünya Düzeni” için çok önemli bir adım. Diaspora’nın tüm itirazlarına rağmen atılmak zorunda olunan bir adım. Çünkü “Yeni Dünya Düzeni”nin olmazsa olmazlarının başında, tekrar canlanan kutupların iç barışı sağlamış olması yer alıyor. Yani Diaspora ne kadar istemese de Küresel Sermaye Türkiye-Ermenistan barışını istemektedir. Burada tek kazanan “Küresel Sermaye” olacak. İşte siz bu kadar önemli bir diplomatik adımı atarken bazı tavizler vermek zorunda kalırsınız. Küresel krizden güçlenerek çıkan belirli sermaye odakları, zorda kalan devletlerin ekonomilerini, bu yolla da iktidarları tehdit ederek istediklerini gerçekleştirirler. Her ne kadar güçlü ekonomi olarak gösterilse de Türkiye ayda “1 Milyar Dolar” dış borç faizi ödeyen bir ülke. Daha ne olsun? Uzun lafın kısası bu durumda taviz kaçınılmaz, çünkü iplerinizi dışarıya vermişsiniz. Siz ne yaparsanız yapın Nalbandiyan protokol imzalandıktan sonra “Soykırım” diyecekken vazgeçirilse de yarın yine iddialarına devam edecek. E hani Ermenistan değişmişti? Türkiye Cumhuriyeti bunu kabul etmedi. Türkiye de en başından beri garanti ettiği gibi Karabağ işgalinden söz edecekti. Onu da ettirmediler. Bize anlatılanlara göre Karabağ sorununu önde tutacaktık ama Ermeniler “Soykırım” demeyecekti? Ne oldu da her şey bir anda değişti? Ne oldu da Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı konuşmasını değiştirmek zorunda kaldı? Biz bu açıklamada tam olarak ne söyleyecektik de söylettirilmedi? Bizi “Soykırım yoktur” diyenleri hapse atan arabulucumuz İsviçre mi ikna etti? Sizce Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti vazgeçilen konuşmanın içeriğini açıklayacak mı? Tabi ki hayır! Biz yine bir şey bilemeyeceğiz. Türkiye’de seçilmişler ne yazık ki kendilerini denetimden uzak tutabilmek için her boy ve desende kılıf üretmekte. Ne yazık ki 10 Ekim günü Zürih Üniversitesinde bir diplomatik kaza yaşanmıştır. Bunun sorumluları Türk halkına her şeyi açık açık izah etmelilerdir. Halka saygı budur, lakin bizim medyamız halk adına açıklama talebinde bulunmadan evvel zaten olayı haklı göstererek milli duygularımızı coşturmuş, Ermenistan’ın köşeye sıkıştığından tutun da oyunbozanlık yaptığına dek bir sürü gereksiz sözü ardı ardına sıraladı. Neden kıvırıyoruz, neden kılıf uydurmaya çalışıyoruz ki? Soruları sormak neden sermaye sahibi ve çetrefilli ilişkiler içerisindeki patronların haberci(!)lerinin tekelinde? Ve onurlu bir dış politika Türkiye halkına çok mu uzak? Diplomasi böyle “One Minute” içinde yapılacak bir iş midir?

İlham Aliyev’den aktarıyorum: “Türkiye üst düzey yönetimi Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı bize defalarca Ermenistan ile sınır konusunda güvence verdi. Karabağ meselesi çözüme kavuşmadan sınırın kapalı kalacağı teminatı verildi.” “Azerbaycan ile Ermenistan arasında devam eden Karabağ sorununa barışçıl çözüm bulunması görüşmelerine de katkıda bulunacağı görüşüne kesinlikle katılmıyorum." “Ermenistan, Türkiye ile yürütülen uzlaşı görüşmelerini büyük kazanım sayarak Kişinev’de bize karşı daha uzlaşmaz tavır takınmaya başlamıştır. Bu uzlaşmaz tavırla ilgili verebileceğimiz örnekler de vardır.”