Ötekini Beğenmemek

Sonradan gelirler topraklarınıza. Onlarda olan sizde olmadığı için sizi beğenmezler. Fakat sizde olanlar da onlarda yoktur ve asla olmayacaktır. Bu topraklara sonradan “Vahabi” kültürü getirmek gibi.Ya da batı kültürünü empoze etmek gibi… Ya da kültürümüzde var olmayan adetler yaratmak gibi. Fakat ortak özellikleridir ki sonradan geldikleri topraklardaki hayatı beğenmezler. Doğu’dan gelen “Batı ahlaksızlığı”, Batı’dan gelen “Doğu’nun kabalığı” der ve kendi kültürünü allı güllü ambalajların içerisinde sanki dünyanın en güzel yaşam tarzıymış gibi ballandıra ballandıra sunar size. Herkesin istediği hayatı aşamaya elbette ki hakkı var, biz bu topraklarda kardeşliği ve barışı egemen kılmak için verdiğimiz mücadelede horonlarımızı da ağıtlarımızı da türkülerimizi de sanat müziği eserlerimizi de halaylarımızı da beraberce söyleyip oynadık. Kimse bir diğerine burun kıvırmadı. Peki ya bugün? Liberalizmin getirdiği “birleşik küresel dünya, yalnız insan” modeli bizi ne yazık ki bölünmeye götürüyor. Bizi bağlayan artık birbirini tutan ellerimiz değil, sanal bağlarla bağlıyız hem hayata hem kendimize.Bugün insanlığın yaşadığı, ülkemizin de bundan fazlasıyla nasibini aldığı kültürel kopuşu ve ötekileştirilmiş hayatı Kızılderililer de acıyla tecrübe ettiler. Onlar da sözde “Vahşi Türkler” gibi vahşiydiler. Kovboy filmlerinden nefret ettiğim kadar hiçbir filmden nefret etmedim… Ufak bir hikaye ile bugünlük son vereyim. Kilisenin “dinsiz” ve “putperest” olarak tanımladığı Kızılderililerin 1871 yılında doğan “Tatanga Mani” yani “Walking Buffalo” isimli şefi, Kanada hükümeti tarafından temsilci seçilerek dünya tutuna çıkartılır.Sözlerini günümüzle bağdaştırırsak, sorunumuzu da anlamış oluruz. “Biliyorsunuz, dağlar her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde yaşamak, yapay bir varoluştur. Orada birçok insan, ayaklarının altında gerçek toprağı hiç hissedemiyor, saksıdakiler dışında bitkilerin büyüyüşünü göremiyor ya da caddelerin ışıklarından geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü görebilecek kadar uzaklaşamıyor. İnsanlar Yüce Ruh'un yarattığı sahnelerden uzakta yaşadığında, onun kanunlarını da kolayca unutuyorlar. Biz her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Yüce Ruh'la iyi geçiniyorduk. Siz beyazlar bizim vahşi olduğumuzu sandınız. Bizim dostlarımızı anlamadınız, anlamaya çalışmadınız. Biz güneşe, aya ya da rüzgara övgüler düzerken, siz bizim putlara taptığımızı söylediniz. Hiç anlamadan, yalnızca bizim tapınma şeklimiz sizinkinden farklı diye, bizi kayıp ruhlar olarak nitelediniz. Biz Yüce Ruh'un eserlerini her şeyde görürdük, güneşte, ayda, ağaçlarda, rüzgârda ve dağlarda. Bazen bunlar aracılığıyla ona yaklaşırdık. Bu çok mu kötüydü? Bence biz Yüce Varlığa, bize putperest diyen beyazların çoğundan daha güçlü bir imanla, gerçek bir inançla bağlıyız. Doğaya ve doğanın yöneticisine yakın yaşayan Kızılderililer karanlıkta değildir. Ağaçların konuştuğunu bilir miydiniz? Evet, konuşurlar. Birbirleriyle konuşurlar, kulak verirseniz sizinle de konuşacaklardır. Asıl sorun, beyazların dinlememesidir. Kızılderilileri dinlemeyi hiç bir zaman öğrenemediler, bu yüzden doğadaki başka sesleri dinleyeceklerini de hiç sanmıyorum. Oysa ben ağaçlardan çok şey öğrendim, bazen hava, bazen hayvanlar, bazen de Yüce ruh hakkında.”

Şeytanı şeytan yapan insandır

Kabul ediyorum, insanın doğasında şiddet var. Her ne kadar düşünen yaratıklar olsak da evrimimiz asla tamamlanmayacak ve bizlerin de içgüdüleri hep var olacak.Hepimiz biraz hayvan kalacağız.Fakat önemli olan, bu hayvansı davranışlarımızı elimizden geldiğince aza indirgemek.Çünkü biz insanlar yaşamak için kendi türdeşlerimizi yemek ya da tepelemek zorunda değiliz.Çünkü biz üretebileniz. Bana kalırsa diğer canlılardan en büyük farkımız, doğaya onlardan daha fazla hakim olmamız, kontrol edebilmemiz, yönlendirebilmemiz. Yani tarlayı istediğimiz gibi ekebiliyor, hayvanları üretebiliyor ve doğadan çok farklı yönleriyle yararlanabiliyoruz.Ve buna rağmen hala aç kalmayı becerebiliyoruz. Çünkü hala hayvansal özelliklerimiz mevcut. Bu bile evrim teorisinin başlangıcı hariç tüm bilimsel açıklamalarına hak vermeye yeter.İnsanlar ürettikleri ve türettikleri herşeyi kullanıma sunuyorlar ki kullanım devamında tüketimi getiriyor. İşte hayvansı özellikler de burada ortaya çıkıyor.Doyumsuzluk, daha fazlasına sahip olmayı istemek, devamında ise üretmeden tüketmek.Aslında diğer düşünme yeteneğine sahip olmayan canlılar bile böyle değiller.Onlar aç olmadıkça ya da kendilerini tehlikede hissetmedikçe diğer türlere zarar vermezler. Biz bundan bile yoksunuz. Bizim onlara göre daha üstün olan düşünme kabiliyetimizin türümüzü getirdiği yer burası.Üstünlük, daha üstün olma isteğini doğurmuş. Bunu kabul etmek gerek.İşte bunun için ki sınıfları değil, sınıflar arası üstünlüğü kabul etmiyorum.Buna suçlular da dahil olmak üzere. Çünkü her toplum kendi suçlularını kendisi yaratır.Kırmızı başlıklı kız örneğinde olduğu gibi, çoban ile kurdun hikayesi gibi, karga ile tilkinin ve daha bir çoğununki gibi.İyiler kurtarılır, kötülerin nereden geldiği belli olmadığı gibi neden kötü oldukları da belli değildir. Tehlike hep bilinmezdir, neden var olduğu tartışılmaz, anlatılmaz.Sadece kötüdür ve iyiler her daim ya kurtarılır ya da kötü son…Halbuki tüm kötülükler içgüdülerden kaynaklanır. Öğrenilmiş güdülerin bile temeli buna dayanır.Ya açtır, ya güvensizdir, ya doyumsuzdur.Varılacak yer belli. Kötülüğü daha büyümeden güven altına almak gerekir.İnsan üretir ama suçluların çoğu ya açtır, ya güvensiz hissetmektedir ya da sosyal uyumsuzluk çekmektedir.Ama yine de insan üretir. Sonra birileri gelir, Kürt sorunu der, din elden gidiyor der, küresel dünya der, demokrasi der, sermaye özgürdür der, ırk der ama sadece sizi siler süpürürler.İnsanlar hayvanlara benzer. Aç, güvensiz ya da dışlanmış olmadığı sürece saldırmaz.Fakat bir de doyumsuzlar vardır ki onlar doyumsuzdur. Ne yapar eder, karganın ağzından kapar peyniri.Karga açtır, onlar doyumsuz. Karga hayvandır onlar…Ezilmek kader değil, kendinizi ezdirmeyin, sizi kandırmalarına izin vermeyin.Şeytanı şeytan yapan insandır, başkası değil…

Duruşmadayım

Siz bu satırları okurken ben, Bolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde sanık olarak yargılanıyor olacağım.Ergenekon ya da siyasi bir suçtan değil.Bana göre düşünce suçu, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne göre “Cumhurbaşkanı’na hakaret”3 Yıl oldu yazmaya başladığım, hiçbir yazımda hakaret etmedim. Hatta 24 yıldır biteviye yaşarım, kimseye hakaret etmişliğim de yoktur. O açıdan gönlüm çok rahat. Aklanacağımdan da eminim.Dava zaten haber olacaktır diye düşünüyorum, bu yüzden burada davadan bahsetmeyeceğim.Bugün farklı bir şeylerden konuşmak gerek. Mesela dostluktan.Aslında benim gibi konularla ilgilenen yazarların köşelerinde çiçekten böcekten yazmalarına karşıyım. İnsanların kendilerinden beklentilerini boşa çıkararak yer işgal etmenin bir manası olmadığı kanısındayım.Ama bu farklı…İnsanlar doğdukları günden itibaren toplum içinde yaşarlar. Toplu yaşamın da en önemli özelliği kolektif olmak zorunluluğudur. Yani “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”. Eğer muhtaç olmazsa bir terslik var demektir.Ve yalnızlık sadece Allah’a mahsustur.Test ettim onayladım.İyi insan olmaya çalışmanın, hayatının anlamını tanımadığı insanlara yardım etmeye çalışarak, Atatürk ve aydınlanma, çağdaşlaşma yolunda bulan bir genç olmanın ödülü müdür yoksa tamamen şans mıdır bilmem ama son 3 yıldır gördüğüm ve yaşadığım her çirkinlikten daha büyük güzellikler görüyorum.İnandıklarınızı savunmak hatta tehlikeye rağmen susmamak, doğru bildiğiniz yoldan gitmek gerçekten çok ağır sorumluluklar bindiriyor üstünüze.Her daim bir meydan okuma içinde yaşıyorsunuz.Bazen öyle bir hisse kapılıyorsunuz ki sanki doğadaki her şey size düşman.O anlarda sizi iki his kurtarıyor.Birincisi doğru yaptığınıza inanmak. Fakat o da yetmiyor. İkincisi olmadan bir mana ifade etmiyor.Bahsettiğim ikinci his ise size inananların eli, sözü, desteği, bakışı…Özellikle son aylarda gördüğüm o büyük desteği anlatmak için kelimelere başvurmayacağım. Biliyorum ki her bir büyüğümün, kardeşimin, arkadaşımın kelamı, kelimelerle anlatılmayacak, cümlelere hapsedilmeyecek kadar değerli.Bu yüzden şu anda gönlüm ister ki yolumuzda haklı olduğumuza inanan, Atatürk’ün ilkelerine ve devrimlerine sahip olduğu tüm varlığı pahasına sahip çıkan, o devrim ve ilkelerin aslında sahip olduğumuz tek varlığımız olduğunu, insanlık ve özellikle de 14 yaşında en iyi ihtimalle evlendirilen tüm kızlarımız için bir umut taşıyan ve bu umudun yegane dayanağının halk yani biz olduğunu bilen tüm dostların yüzünde bir gülücük belirsin.Bu gülücük, başımıza gelen ve getirilmeye çalışılanlara, oyunu tüm kirliliğiyle oynayanlara, hak hukuk tanımayanlara, faşizan düşüncelere, uygulamalara, insanlara köle muamelesi yapanlara, eti tırnaktan ayıranlara inat belirsin.Bu gülücük, elimizden alamayacakları mutluluğumuz için belirsin.Senin için ne yapabilirim diye soran tüm dostlarımdan tek ricam her şeye rağmen gülümseniz ve başaracağımıza dair inancınızı kaybetmemeniz olacak.Çünkü bizler ülkemizi bu durumdan nasıl kurtaracağımızı çok iyi biliyoruz. Başımıza gelenler de bu yüzdendir belki…